İki kolumu, köprü gibi uzatarak küreye
doğru yaklaştırıyorum, ellerimi temiz yüzlü bir çocuğun yanaklarını, saçlarını
okşarmış gibi hareket ettiriyorum. Hayatı defalarca yaşamış ve defalarca
yeniden doğmuş ama eski hayatları belleğinden silinmemiş, yetkinliği içinde
gençliğini ve tazeliğini korumuş, dilinden anlayana sonsuz bilgi ve anlam
hazinesini sunmaya hazır bu harika yaratığı konuşturmaya, zihnindeki
görüntüleri kristal göz bebeklerinden okumaya hazırlanıyorum. Başka bir dünya
bu! Kimilerine ilginç ama korkutucu gelir, kimileri için keşfedilmeye
değerdir... Yaklaşıp şöyle bir dikkatle bakarlar, sanki yılların kahininin
gördüğünü görebileceklermiş gibi.
Kristal kürem duyguları şekillere,
renklere, şifresini çok az insanın çözebileceği simgelere büründürüp görünür
kılar. Bakın işte, yoğun bir tutkuyu anlatıyor şimdi, kırmızının türlü
renklerini dans ettirerek. El ele tutuşmuş şu alevleri görüyor musunuz? Öyle
bir tutku ki bu... İhtirasa çalan cinsten. Şah damarı bile mat eden cinsten.
Belki aşk, belki nefret, belki ikisi birden. Hırs belki, yerine göre! Böyle
dalga dalga yayılan, her yeri titreten sıcaklık... Kan! Tüm kıvrımlarınızda
akan, en gizli gözeneklerinizden içeri sızan, sızdıkça ayıltan, hayat veren.
Bir beden canlanır bedeninizde, kanınızda yabancı bir sıcaklık akar. Kalp
atışları kalp atışlarınız olur. Gümgümgüm, gümgümgüm, gümgümgüm... Size
yankılanıyor gibi gelebilir! Oysa değil. Birbirleriyle yarışırcasına çarpan iki
yürek söz konusu. Aynı tutkuya tutulmuş iki can. Sakın ha birini sizinki
sanmayın! Unutun kendinizi, onlarsınız artık siz, onlarsa kendileri.
Birbirlerinin aynısı iki insan onlar. Aynadaki aksinizle aynı olduğunuz kadar.
Bunlar iki erkek, Ağabey ile Kardeş...
İçime doğdular.
Ruhlarını çepeçevre sarıp koruyan,
onları yaşama daha sağlam bağlayıp ölümü unutturan hatta geciktiren, her
fırsatta şımarık bir çocuk gibi "ben buradayım" diye kendini belli
etmeye çalışan tutku, aslında bir efendi gibi kurulmuş tahtına, kalplerinde.
İşin gerçeği, tutkunun kendisi de esir durumda. Çıkmak, kurtulmak, kendini dışa
vurmak istiyor.
Güzel porselen çay fincanının hikayesini
bilir misiniz? Acemi çaycısının elinde içi kaynar çayla dolan ve yakışıklı
metal kaşık yardımına koşana kadar yüzünde çatlaklar oluşan, vaktinden önce
ihtiyarlayan güzelim porselen çay fincanının hikayesini? Bir gün unutturmayın
da anlatayım...
Elimde gördüğünüz şu taşlar... Değersiz
çakıl taşları gibi duruyorlar ama değil... Birine Ağabey’i birine Kardeş’i
diğer ikisine de tutkularını üfledim ayrı ayrı. Dördünü de masanın üzerinde
yuvarlıyorum, zar atar gibi. İlginç! Dört taş neden üçgen oluştursun ki! Niye?
Ama oldu işte. Kardeş taşlar tabanı oluşturmuş. Uzak köşede, üçgenin tepesinde
tutku taşları, sahiplerinden daha yakın birbirine, neredeyse bitişik. Tutku
yoğunluğunun nedeni bu. Tek bir tutku sanki. Ortak. Kardeşler değil tutkular
ortak! (Çoğunlukla böyle değil midir?) İki kardeş ise tutkularına uzanmışlar,
ama iki ayrı koldan, iki ayrı yoldan. Tutkuları baş tacı! İki kafaya tek bir
taç: İşte üçgenin hinliği.
Oysa tutkularından çok birbirlerine
yakınlar. Bu da üçgeni sertleştiriyor. Hayatı keskin dönüşlerle, ani ve sert
iniş-çıkışlarla yaşayacaklar. Üçgenin çelişkisini de taşıyacaklar.
Dörtgenleşmek ister ama başaramaz üçgen, doğru formuna dönmek ister, itiraf
edemez. Huzursuzdur hep. Dengesizdir. Birbirlerine yönelerek bir doğru
oluşturabilirler, evet, ama tutkularından uzak bir doğru olur bu, bilmiyorum ne
kadar doğru olur? Oysa ortak tutkularına yönelmeleri yine buluşmalarını sağlar,
ki bu, bir taşla iki kuş! Nasıl, eğlenmeye başladınız mı? Kristal küremin
içinde şu an oluşan üçgeni gördünüz mü, taşların anlattığına katıldığını
söylüyor o da. Gelin, bakın. Korkmayın yaklaşın. Görebildiniz mi üçgeni?
Göremediniz mi? Neyse...
Zaten her gördüğünüze inanmanızı tavsiye
etmem. Bir kız vardı... Meraktan, “bir görmek” için gelmişti bana. Ne
kahinlere, ne geleceğe, ne de Tanrıya inandığını söylemişti. Üstten üstten
bakıp, gözümle görmediğim hiçbir şeye inanmam, demişti. Ruhundaki Tanrı
inancının keşfedeceğini söyledim ona. Bir süre nefret edeceksin her şeyden,
sonra nefretin inanca dönüşecek dedim. Öyle oldu. Kız önce kör oldu, sonra da
bir bir dediklerimi.
İşte, göründü. Hay kristal dünya! Böyle
şeyler yaşayıp da sağlıklı büyüyebilen çocuk var mıdır? Dolandırılmış bir yün
yumağı gibi. Gözünüzde canlandırabilirsiniz değil mi?: Babanız annenizi terk
ediyor. Annenizin yerini başka bir kadın alıyor. Konuşmayı öğrendiğiniz bir
yaşta olsanız, şikayet edeceksiniz. Bu yetmezmiş gibi, üvey annenizin yeni doğan
çocuğu da babanızın kalbindeki yerinizi almaya başlıyor. Kıskançlığın ne demek
olduğunu bilseniz, hissettiklerinizi açıklayabileceksiniz. Üstelik çocuğun
ağabeyi olarak görevlendiriliyorsunuz! Derslerinize mi çalışacaksınız, kızlarla
mı çıkacaksınız, dadılık mı yapacaksınız! Ahlak kuralları konusunda eğitilmiş
olsanız, üvey annenizin ölümüne üzülmeseniz de, en azından üzülmüş görünmeniz
gerektiğini bileceksiniz. Ah şöyle bir enine boyuna düşünebilseniz, ticaret
okuduğunuz okuldan yine ayrılacaksınız, ama bunu, babanızın ölümünden sonra
dükkanın başına geçip evin sırtınıza yüklenen sorumluluğunun altından
kalkabilmek için değil de, kimseden yardım isteyemeyeceğinizi yavaş yavaş
öğrenmeye başladığınızdan üst üste defalarca kırılan kalbinizi en azından kendi
kendinize ve bir an önce onarabilmek için, örneğin psikoloji eğitimi görebilmek
için yapacaksınız.
Oysa sizin böyle şeylere ayıracak
vaktiniz yok. Gençliğinizi babadan kalma kendi halinde bir dükkanı kısa sürede
bir markete dönüştürmeye harcıyorsunuz: Kardeşler Bakkaliyesi’ni, Makro
Kardeşler yapıyorsunuz. Sonra da her türlü ticareti yapabileceğiniz bir şirket:
Kardeşler Export. Hızlı bir değişim, çok hızlı... Büyük bir servet, başarı,
güç. Hepsine sahip oluyorsunuz. Kardeşiniz? En büyük yardımcınız. Sizin
bitiremediğiniz okulu bitiriyor, işin teorisinde uzmanlaşıyor. Siz de pratikte
uzmansınız ya, birlikte yükseliyorsunuz. Zorunlu kardeşliğin ötesinde (yani
aslında tüm kardeşlikler gibi) kurmayı başardığınız planlı dostluğunuz,
karakterlerinizdeki tezatların çekişmesiyle bozulmuyor, aksine kuvvetleniyor.
Kan bağından daha güçlü bir bağ bu, kader bağı. Dostundan ayrılmak istemez
insan, rakibinden istese de kopamaz. İki erkeğin dünya kurulalı beri olagelmiş
çekişmesi belki. Aynı kandan iki insanın birbirlerinde keşfettikleri
farklılıkların çekiciliği. Kupa valesiyle maça valesinin dostluğu.
Benzemezliğin üzerine kurulmuş uyum. Et ve tırnak gibi. Hah buldum, yumurtanın
beyazıyla beyazının sarısı gibi. Benzetmeleri severim. Çok şey anlatır gibi
gözüken, aslında ancak benzetmeyi yapanın en üst düzeyde bilebileceği bir
"tek şey"i gizleyen ve bir parçasını açıklamaya çalıştığı hayat onu
doğrulamadan anlamını anlaşılır kılmayan gebe gerçeklerdir benzetmeler... Tıpkı
kehanetler gibi!
Kristal küremin yetenekleri saymakla
bitmez. Tabii istekleri de. Günlük hayata burnunu sokmayı pek sever. Hayalet
gibi gezinir bedenliler arasında. Parmak izi toplaması gibi bir dedektifin, ruh
izleri toplar. Gizli bir kameradan seyrettiriyormuş gibi sergiler film
yaşamları. Ama bir aptal kutusu değildir! Bir senaristin ve görüntü yönetmenin
kurguladığı hayatlar içine sokmaz sizi, kablosu yoktur, kumandası uzaktan değil
düşüncelerinizin içindendir, beyin kanallarından canlı yayın yapar.
İşte bugünkü program, iki tüccarın
hikayesi: Kardeş mezun olduktan sonra Ağabey’in epeyce büyüttüğü ve baba
vasiyeti sonucu ortak adlarını taşıyan işlerinde çalışmaya başlıyor. Okulda
başarılıydı, ama bu, iş hayatındaki başarıya yeter mi? Esas okul şimdi
başlıyor, öğrenecek daha çok şey var. Eminim kafanı birçok gereksiz bilgiyle
doldurmuşlardır, umarım yanlış bilgilerle doldurmamışlardır. Ağabey pişman
değil. İyi ki okumamış. Zaman yitirmeden işi öğrendi. Bana sor, diyor merakla,
okuldayken ders çalışan Kardeş’in üzerine eğiliyor. Hayatta böyle problemleri olmamış!
Yine de açıklamaya çalışıyor. Ama hocalar öyle yanıtlar istemiyor. Bu iş
böyledir, diyor Ağabey. Hocalarla ortak bir noktaları olduğunu söylüyor Kardeş:
Paradan söz ede ede takıntı yaratıyorlar insanda. Her şey bunun içindir, diyor
Ağabey. Senin eğitiminin amacı, benim hayatımın amacı, başarımın nedeni. Ya
çalışmak zorunda kalmasaydı?
- Başka türlü olacağımı nereden
çıkarttın! Paradan başka dost yoktur.
- Babamın lafı bu. Hep sana söylerdi.
- Senin için başka planları vardı belki
de...
- Senin gibi olmamı isterdi. Çok önem
veriyordu sana.
- Nereden çıkarttın bunu!
- Bana söylediğinden; ön tekerlek nereye
giderse, arka tekerlek onu izler, derdi.
Ağabey işadamlığı felsefesini anlatıyor
Kardeş’e, bir hoca gibi, hayat bilgisi dersi hocası...
- Para dediğin kadın gibidir, hep daha
fazlasını ister, beceremezsen becerene gider. Varsıl neden zengindir? Çünkü
paraya değil çalışmaya düşkündür. Yoksul ise çalışmaya değil paraya düşkün
olduğundan fakirdir. Yoksul hep çalışmadan para kazanmaya çalışır. Para başarıyı
getirir, başarı da tekrar parayı.
- Peki neden ticaret? Başka alanlarda da
kazanılmıyor mu bu başarı?
- Nerede mesela!? Sanat mı, spor mu,
bilim ya da din mi? Dünyada en çok
kazanç getiren başarı, başarıyı pazarlayanındır...
İkisi için de kazanmak önemli.
Ağabey’inki bir fazlası; o en önde olmak istiyor. Kazandığı başarılardan hiç
tatmin olmuş gözükmüyor. Ertesi gün asık suratıyla hemen işinin başına geçiyor
tekrar, dün kazandığını kasasına koyuyor ve o güçle daha büyük bir işin
peşinden koşmaya başlıyor. Kardeş ise bir süre hayal dünyasındaymış gibi
yaşıyor. Mutlu mu? Hiç göstermiyor. Mutluluğu şampanya gibi patlatıp hızla
tüketmektense, kokusuna ve tadına vara vara, ağır ağır yudumlamayı tercih
ediyor. Bitimsiz bir tatildeymiş gibi davranması yüzünden Ağabey’i kızdırıyor.
Ağabey bir işe, uğraşa girdiyse sonuna kadar götürmek istiyor, diğer her şey
iptal oluyor yaşamındaki, fırsat kaçırmaktan nefret ediyor. Genelde sinirli, az
da olsa kaybettikleri bazı ihalelerden sonraysa gerçekten sinirli oluyor. Kimse
yanaşmıyor yanına, patlamaya hazır bu volkandan uzak duruyorlar. Kardeş ise
geliyor ve kamp kuruyor eteklerine. Lavlardan korkmak şöyle dursun...
- Arada kaybetmek de fena değil, bu da
oyunun bir parçası, hem bu duyguyu da tatmak gerek.
Bu çocuk deli! Birazdan kardeş falan
dinlemeyip...
- En nefret edilesi duygudur kaybetmek.
Sen pek tanımadığın için...
- Hep kazanmak da dünyanın en sıkıcı
şeyi. Yanlış yapma hakkımız da olmalı.
- Böyle bir hakkım hiç olmadı.
- Hep başarmak zorunda olmak... Tuzak
gibi!
Evet, o bir deli. Yoksa Ağabey ona bu
kadar yumuşak davranmazdı. Bir deliye ne diyebilirsin ki... Sinirlerine hakim
oluyor. Bunu yapmayı seviyor, çünkü sinirlendiği durumları sevmiyor.
Sinirlenmek bir zaaf. Sinirlenmek, başarısızlık. Sinirlenmek, açık vermek...
- Asıl sorun kaybetmek değil,
birilerinin bir yerlerde beni yendiği için sevinmesine dayanamıyorum.
Kardeşi susturacağını biliyor böylece.
Bu da Ağabey’in oyunu. Soğukkanlılıktan da öte umursamaz görünmek, Kardeş’in
silahlarıysa (Ağabey’e göre, içindeki başarısızlık korkusunu yenmeye çalıştığı
silahlar bunlar); kıskançlık, kin ve şiddet dolu bir silah gibi görünmek de
Ağabey’inki. Ticarette kazanç denilen şey, kayıplardan elde edilendir, diyor
Kardeş’e. O zaman adına da ‘ganimet’ demek gerekir, diyerek karşı çıkmaya
çalışıyor Kardeş. Ağabey sevdiğini söylüyor bu adı, bilerek, Kardeş’i daha da
şaşırtıyor. Sonra iyice üzerine gidiyor, yakaladı mı bırakmıyor: Başarı, diyor,
sadece para kazanmak değildir, başkalarının başarmasını engelleyeceksin. Kazanç
sağlamayacakları çok açık olan o ihalelere girmek için her defasında neden
ısrar etmişti Ağabey? ‘Rakibeler’ diyor -küçük şirketleri böyle çağırıyor-
toydurlar, çünkü amaçları sadece para kazanmaktır, ama senin her açığını
kollayacak kadar da açıkgözdürler, saldırgandırlar çünkü kaybedecek pek az
şeyleri vardır ve başka çareleri yoktur, timsahla kütüğü birbirinden ayırmasını
öğren ama yeri geldiğinde akıntıya kapılmış serseri bir kütüğün de tekneni
delebileceğini, devirebileceğini göz ardı etme. Rakibelerin böyle ihaleleri
alıp büyümelerini, rakibin olmalarını engelleyeceksin. Sen uyu daha.
Çok iyi oynuyor, Kardeş’i her defasında
inandırıyor, sanki gerçekten böyle düşünüyor! Bu kadar ciddi olma, diyor
Kardeş. Herkesin kazanmak için şansı olmalı, kimseyi düşman görmeye, saldırgan
olmaya gerek yok. Daha fazlasını söyleyemiyor, Ağabey öldürecek gibi bakıyor
çünkü. Ama yine toparlıyor kendini, çok kontrollü.
Tatile çıksana arada, diyor Kardeş,
zorlu bir işin tam ortasında, kafanı dinle biraz. Senin kafanı dinlersek...
diyor Ağabey. Sonra da üzerine gidiyor. Nasıl okudun sanıyorsun! Sahip
olduklarının değerini bilmiyorsun. Yitirirsen görürsün. Başını önüne eğiyor
Kardeş. Hep güçlü gözüken Kardeş’in en güçsüz olduğu durumlar bunlar...
Hayallerinden sarsılarak uyandığı, sersemlediği durumlar. Ağabey’e kızdığı
ender durumlar. Okulu bitirip Ağabey’inin şirketinde işe başlamak üzere onu
aradığında sekreterinden randevu almasını söylemişti Ağabey... Herkesle yaptığı
gibi bir iş görüşmesi yaptılar. İlk sorusunu hatırlıyor Kardeş: Okurken neden
çalışmadınız? Şunu soruyor sanki: Ben işleri yürütebilmek için canla başla
çalışırken neredeydin? Şimdi benden iş mi istiyorsun? Alt seviye bir görevden
başlatıyor onu Ağabey, ama Kardeş kısa sürede tırmanıyor, kerata gerçekten
yetenekli...
El bebek gül bebek büyüdüğü, o kadar
şımartıldığı halde öyle değilmiş gibi gözüküyor Kardeş. Onun şeytan tüyü bazen
isyan ettiriyor Ağabey’i. İşi gibi ilişkilerini de tırnağıyla kazıyarak
oluşturduğu halde Kardeş’in ilişki kurmadaki başarısını anlamlandıramıyor.
Çabasız başarı olabilir mi? Ağabey önemli kademedeki insanlarla yakınlaşmak
için aylarca onları yemeğe çıkarıyor, hediyeler gönderiyor, tavlamaya
çalışıyor, sonra Kardeş’le tanıştırdığında adam ve Kardeş birbirlerine kısa
sürede ısınıyorlar bir şekilde, Ağabey ikinci planda bırakılıyor. Kardeş’in bu
kadar şanslı olmasıyla, ortalıkta efsunluymuş gibi dolaşmasıyla dalga geçiyor
Ağabey: ‘Peygamber’ diye sesleniyor ona. Yine ikinciliğe mahkum ettin beni,
diyor Kardeş, senden büyük Allah var, demeye getiriyorsun.
Oysa ilk gençlik çağları sayılmazsa
kadınlarla ilişkilerde roller tersine dönüyor. Gençken kendisi kızların yolunu
gözlerken, Kardeş’in yolunu kesiyordu kızlar. Oysa şimdi... Bazı kadınlar
erkeğin kendisine sırf bedeni için kur yaptığını görmek istemez güzel olduğu
yanılgısına saplanır, parası sayesinde ilgi çeken bazı erkeklerin kendilerini
yakışıklı sanması gibi. Ağabey ne için ilgi çektiğini gayet iyi biliyor,
kendini kandırmıyor. Pahalı fahişelerle yattıktan sonra onlara iki kat para
veriyor kendini iki kat iyi hissediyor. Kardeş ise daha baştan yarısını teklif
ediyor, reddedilmezse iki kat iyi hissediyor. O yüzden çevrelerinde her zaman
bulunan, bir gidip bir gelen kadınlarla arası pek iyi değil Kardeş’in.
Teknolojiden haz etmiyor Kardeş. Ağabey
ise tapıyor. Alaylı ve mektepli rolleri değişiyor burada. Geleceğe köprüler
kurmak gerek, diyor Ağabey. Robinson adasına dönmüştü ama! diyor Kardeş. Eski
güzel günlerden söz etmeye çalışıp Ağabey’in canını sıkıyor; eski, ölü demek,
Ağabey için.
- Gelecek farklı bir yere mi götürüyor?
- Zamanın dışına çıkabilirsen beni de
yanına aldır!
- Gelir miydin?
- Niye gelmeyeyim... (Hâlâ ciddiye
almıyor.)
- Tamam, hadi bir haftalığına
uzaklaşalım buralardan.
- ...
- Yeterince kazanmadık mı? Adamızda
mutlu değil miyiz? Neden geçen gemilere el edecekmişiz?
- Böyle bir dünyada mutlu olmak lüks.
Ben sefil mutsuzluklarım olmasın diye çalışıyorum, ay sonunu getirememek gibi.
- Şu anki paranla mı!?
- Ne biçim tüccarsın sen. Büyümezsen
küçülmüşsün demektir. Şu anki param daha büyük işlere girmem için yetmez bana.
Şu anda olduğumdan iki kat güçlü olmam için yetmez. İki kat güçlü olmazsam da,
yarı yarıya zarardayım demektir.
- Ya sonra? Sonra da iki kat daha, iki
kat daha...
- Ee, insan alışkanlıklarını kolay
bırakamıyor.
- Hayal ettiğin bu mu peki? Bu muydu?
- İstediğim buydu... Hayal, dersen...
Hayallerim olmadı... Senin hayalin ne ki?
- Benimki bir ütopya... Çocukluğuma
dönmek...
- Bir daha dünyaya gelirsin... Sen
inanırsın böyle şeylere...
- Ya sen? Bir daha dünyaya gelsen...
- Neden, bir daha ölmek için mi? Bana
sorarsan cevabım hayır. Bu hayatımdan farklı bir hayat istemem, başarısız
olduğum anlamına gelir bu.
- Belki evrende böyle bir ayrım yoktur,
başarılı, başarısız...
- O zaman biz o evrende yaşamıyoruz.
- Okuduğun kitapları düşün. Başarılı
insanların hayatları, savaş sanatları... O kitapları yazanlar, hayatını
okuduğun insanlar... Onlar ölümsüz olmuşlar.
- Hangisi bunun farkında?
- Ama... Ölümsüzlük denilen bir şey var.
- Bu senin romantik mükemmeliyetçiliğin.
Böyle bir şey yoktur. Üzgünüm ama seni de benden başka kimse hatırlamayacak.
- Şu tabloyu yapanı bugün hatırlıyoruz
ama. Çünkü bu bir sanat eseri.
- Bence şans eseri! Hem böyle
düşünüyorsun neden dolu para verdiğin o tablolardaki gibi bir sanat eseri
üretmeye çalışmıyorsun?
- Denediğimi biliyorsun. Ama yeteneğim
yok.
- Bu ressamın da olduğunu sanmıyorum.
Sefalet içinde yaşamış.
- Seni etkileyecek olanı söyleyeyim: Bu
tablo küçük bir servet değerinde.
- İşte senin sanatını bu yüzden anlamıyorum
ya! Tekrar paraya çevrileceğini bile bile neden uğraşır insanlar sanatla...
Zeka geliştirilebilen bir şeydir; dikey
bir büyüme gösterir ve bir sonraki basamak hep vardır. Karakter ise yataydır,
gelişiminde bir büyüme söz konusu değildir, yayılmadan, genişlemeden söz
edilebilir. Zeka ölçülebilir bu nedenle, karakteri herhangi bir ölçüye
vuramazsınız. Zeka dağ gibidir, karakter deniz gibi... Ağabey bir dağcıya
benziyor. Yalnız bir dağcı... Kardeş ise denizciye. Arada farklı limanlara
uğramayı ihmal etmeyen bir denizcinin yalnızlığı onunki...
Bu kadar tezada rağmen aralarındaki
uyum, ilginç. İpuçlarını izlemeye devam edelim ama biz. Kehanetin bizi
götüreceği yer konusunda zamansız sorular sormayı bırakıp kendimizi ona
bırakalım. Şimdi söyleyeceğime inanmayacaksınız. Ben gördüğümde inanamadım.
Yaşamları bir kahin ile kesişiyor. İlginç değil mi? Birçok insanın gıpta
edeceği türden bir yaşama sahip olanlar onlar değil mi? Geleceği görebilecek
kadar güçlü sezgilere sahip olduğunu düşünen Ağabey değil mi? Etrafta ermiş
gibi dolaşan Kardeş değil mi? Kendilerinden bu kadar emin insanlar kimsenin
söyleyeceklerine ihtiyaç duymazlar, hele bir kahinin... Buna rağmen gelecekten
haber almak istemeleri önemli bir ipucu. Onlara göre, kâr tahmini yapmak kolay,
ekonomik gidişle ilgili öngörülerde bulunmak çocuk işi, hava durumu bile tahmin
edilebiliyor, neden yaşam önceden görülemesin? Bunu eğlencelik bir şey gibi
görüp, göstermeye çalışmalarıyla, ‘hayatta denemediğimiz bir şey kalmasın’ türü
yaklaşımlarla birbirlerini ve diğer insanları kandırabilirler ama beni değil.
İnsanlar kahinlere neden giderler
diyorsunuz? Belki de kötü çıkacak bir geleceği görmeyi neden isterler? Basit!
Belirsizliği yok etmek için. Hoşa gitmeyecek bir gelecek, hiç geleceğin
olmamasından daha tercih edilir bir şeydir. Bir hikayemiz olsun isteriz;
girişi, gelişmesi ve sonucuyla. Sonu olmayan şeyleri sevmeyiz, sonumuzun ölüm
olacağını bilsek bile nasıl öleceğimizi bilmek isteriz yine de. İnsan...
Öleceğini bilen yaratık. Ölmektense sonsuza kadar acı çekmeyi yeğleyebilecek
yaratık. İnsan... Kendi kendine işkence eden yaratık.
O kadar başarılılar ki bir şeyin ters
gideceği endişesini büyütmeye başladılar belki içlerinde. Ağabey sezgilerin
körelmesinden korkuyor belki, Kardeş bir gün gelip şansının yaveri
olamamaktan... O yüzden geleceği bilmek için normalde görmezden gelecekleri bir
yöntemi seçiyorlar. Bir şey daha denemek istiyorum yine de. Siz rahatınıza
bakın. Ben şöyle biraz uzanacağım. Uzun sürmez, rüyalar dünyasına kısa bir
yolculuk...
...
Evet, işte uyandım. Gördüğünüz gibi tek
bir yöntemle kendimi sınırlamayı sevmiyorum. Bu işte uzmanlık, çok yöntem
kullanıp, değişik açılar keşfetmektir. Böylece en doğru yorumu yapmanız
kolaylaşır. Örneğin az önceki derin düşünce yöntemi çok işe yaradı. Artık iyice
eminim. Ağabey ve Kardeş'in yatak odalarına kadar ulaştım düşüncelerimde,
etrafta dolaşıp sık sık gördükleri bir rüyanın ipuçlarını topladım. Rüyalardaki
görüntüler onları görmeye alıştığınız yatak odanızın duvarlarına siner,
komodinin arkasına ya da yatağın altına saklanır, perdelerin kıvrımlarında
dolaşıp siz onları tekrar görmek üzere uykuya dalıncaya kadar vakit geçirir, ne
pencereden ne kapıdan kaçıp giderler. O yüzden birçok insan için yatak
değiştirmek, rüyalarından ayrı kalmak yani huzursuzluk demektir.
Ağabey-Kardeş'in rüyaları büyük bir şehir kadar ışıltılı. Birbirleriyle devamlı
el sıkışan, bir yerden başka bir yere giden, cep telefonuyla konuşan insanlar,
inip kalkan uçaklar, hesaplar yapan bilgisayarlar, gazete manşetleri, hızlı
hızlı sayıların geçtiği elektronik panolar ve yine koşuşturan koşuşturan
insanlarla dolu. Bunlar odaya girince hemen beni karşılayanlar. Geveze bir
pazarlamacı gibi etrafımda dolandılar, beni etkilemeye çalıştılar ve çok canımı
sıktılar. Ama onların en çok sevdikleri rüyaların bunlar olduğuna eminim.
Yatağın altında karşılaştığım rüyalar sevişen bedenlerle ilgili. Bana bile
iğrenç gelen görüntülere rastladım orada. "Bana bile" derken cinsel
deneyimlerimden değil, derin düşünce yöntemiyle ilgili deneyimlerimden söz ediyorum.
Yanlış anlaşılmasın!
Ama esas görmek istediğimi Ağabey'in
odasındaki duvar lambasının içine saklanmış buldum. Eminim lamba hafif açık
uyuyordur, korkusundan. Bu, Ağabey için sık sık gördüğü küçük çaplı bir kabus,
benim için büyük bir ipucu: Yatağında uyuyor. Yazın en sıcak günü ama en serin
gecesi, yorganını üzerine çekiyor -üzerinde bir şeyler olmadan uyuyamaz.
İşlemeli, pahalı, gösterişli bir kumaştan yapılmış, zengin evinin yorganı...
Gece giderek serinliyor. Üstünü örtmeye çabalıyor. Kafasına çekse yorganı,
ayağı açıkta kalıyor; yan çevirse, her dönüşte sırtı açılıyor... Eviriyor,
çeviriyor. Yüzüstü yatıyor, yan dönüyor, ayaklarını karnıma çekiyor, dertop
oluyor. Boşuna... Bir tarafı, ummadığı bir yanı hep açıkta. Hava soğuyor.
Yorgan kocaman, ama üzerine göre değil. Atmaya çalışıyor bu defa üzerinden. O
da boşuna. O kadar ağırlaşmış ki. Sonra pes ediyor ve öyle kalakalıyor. Kalp
atışları ağırlaşıyor, en derin uyku durumunda. Sabah ayazı. Vücudu soğuyor.
Titriyor. Soğuk. Donuyor. Teni morarırken, yorgan da bir kefene dönüşüyor.
Kardeş de farklı düşünceler içinde
değil: Otoyolda, birbirlerini sollamadan edemeyen, gidecekleri yere birkaç
dakika daha önce gitmeyi beceri sanan, ‘yol verilmez, alınır’ diye düşünen
sürücülerin kullandığı otomobillerle, kafileler halinde giderken; geçme ve
geride bırakma isteğini ve tüm bunlara asıl çekiciliğini katan ölüm korkusunu
ya da korkusuzluğunu paylaştığı bu insanların arasındayken, ara sıra, saniyenin
binde biri gibi bir süre kafasının boşalmasıyla tüm duyularını etkileyen ve o
dünyadan onu tümüyle uzaklaştıran tuhaf bir his... İstem dışı gaz pedalından
ayağını çekmesine neden olan o tuhaf his. Nereye gidiyor? Bir başka kente, bir
ihaleye, başarıya, kazanca, peki gerçekte nereye? O yüksek hızda direksiyonun
tam ortasına kazınmış bir yazı her zamankinden fazla dikkatini çekiyor: Airbag!
Daha fazla olan her şey, daha fazla olan başka bir şeyle dengelenmeli. Daha
fazla hız, daha fazla güvenlik gerektiriyor. Ölümü yaşama bu kadar
yaklaştırdığında artık sınır görünmez oluyor. Havayastığı. Önemli bir güvenlik
önlemi! Ama onun için tek anlama geliyor: Kaza! Bir gün kaza yaparsan, bu seni
koruyacak. Kaza yaparsan... Kaza yapman gerekiyor sanki... O havayastığı orada
kaza yapmanı bekliyor sanki. Bir gün başını koyup öleceği yastık, bir
havayastığı mı yoksa! Yanında oturan Ağabey ya da her kimse, yol açıkken -ve o
kadar aceleleri varken- gaz pedalından ayağını neden çektiğini anlayamıyor...
Ticaretin sırlarını yaşayarak
öğrendiler, peki yaşamın sırları yaşayarak öğrenilir mi? İşte böylece karar
veriyorlar bir kahine gitmeye. Geleceklerini öğrenecekler. Böylece
geleceklerine de sahip olacaklar, onu da kontrol edecekler.
Kahin konusunda şanslılar; o kadar para
alıyorum, kötü şeyler söylemeyeyim, diyen şarlatanların; insanların gerçekte
kötü şeyler duymak için geldiğini iyi bilip gelecek öngörülerini buna uyduran
dalaverecilerin arasında, uydurmayan, gerçeği söyleyen bir kahine rastlıyorlar.
Kahin lafı dolandırmıyor, doğrudan söylüyor.
- Sen, diyor Ağabey'e, yaşamda en değer
verdiğin şeye sahip olacaksın... Sen de, diyor Kardeş'e, sen de tam tersi...
- Ne demek bu?
- En değer verdiğin şeyi, ölüm
döşeğinde, kaybetmiş olacaksın.
Kardeş heyecanlı, korkak, ne
yapılabilir?
- Reçete yok, olamaz. Olsa da okunamaz.
Okunabilse de... Doktor reçetesi kadar işe yarar ancak!
Bir kahinin yorumunu yorumlamak bana
düşmez. Tüm yorumlar ancak yaşamla doğrulanır ya da ancak yaşam haksız çıkarır
bizi. Şu kadarını söyleyeyim, gelecek değiştirilebilir ama son hep aynı kalır.
Yaşam, farklı kahramanlar ve olaylar yaratan ama aynı romanı yazmaktan
kurtulamayan bir yazarın kurgusu gibidir... Geleceği öğrenmeye çalışmanın ne
yararı var o zaman? diyorsunuz. Şöyle yanıtlayayım: Değiştirmeye boşuna
çalışmadıkça, öğrenmenin hiç bir zararı yok.
Bir kahin vardı. Çok yakından tanıdığım
biri. Rüyalarına giren bir kadından söz ederdi hep. Bir gün dayanamayıp bu
hayalin peşine düştü. Kadınla hayatının birleştiğini gördü. Hem de ölüme kadar
bir birliktelik. Buraya kadar bir sorun yoktu. Ama daha da ileriye götürdü işi.
Kadının şu an neler yaptığını merak etmeye başladı. Yapmaması gereken bir şeydi
bu. En azından o kadar kıskanç olduğu için yapmaması gerekirdi. Kadının bir
erkekle ilişkisini gördü. O kadın sevgilisi olacak, ilerdeki eşi, biricik aşkı
olacak... Nasıl yapar bunu? Seviştiklerini gördüğü gün çıldırmasına ramak
kalmıştı. Kadına yüce duygular besliyor, kadın ise umursamazca başkasıyla
birlikte! Ne çeşit bir aldatma bu? Hani bazı erkekler vardır, eski ilişkilerini
bilmek istemezler eşlerinin; hayat kadınıyla evlenen birini düşünün... Neyse
arkadaşım zor toparladı kendini. Gelecekteki güzel duygularına sığınmasını
önermiştim, işe yaradı... Böylece onu her şeye rağmen sevdiğini de anlamış
oldu. Yani gelecekte seveceğini... Neyse...
Ağabey ile Kardeş'e devam edelim. Her
şeyi beklerlerdi ama kaderlerinin ayrılacağını değil. Ama eğer kehanet doğru
çıkacaksa, Kardeş kaybedecek, Ağabey de kazanacaksa, bir şekilde ayrılmaları
gerekir. Yoksa bu sonuç olanaklı olmaz. Kardeş'in düşüncesi her zamanki gibi
centilmence: Ağabeyi zarara uğratmayacak. İşleri ayırmayı teklif ediyor.
Ağabey'e göre bu, sermayeyi bölmek. Kardeş düşünüyor. Hiçbir hak talep etmeden
işten elini çekebilir, sorun değil. Seni nasıl bırakırım? diyor Ağabey...
Kaybedeceğim nasılsa! diyor Kardeş. Küçük bir iş kurarım kendime. Geçimimi
sağlarım... Her zaman yanındayım, diyor Ağabey...
Görüyor musunuz şunları, kehaneti
gerçekleştirmek için el birliği ettiler sanki. İşte kaderin cilvesi... En çok
karşı olduğun şeyi, yaparken bulursun kendini... Kendi üzerine yapılmış bir
kehaneti bozmaya çalışan kahinin hikayesi geldi şimdi aklıma. Bu kahin çok
hırslıymış. Dönemin ünlü kahininin yerine geçmek en büyük arzusuymuş. Bunu
yapacağını zaten görmüş ama işi oluruna bırakması, doğru zamanını beklemesi
gerektiğini görmezlikten gelmiş, gençliğinin verdiği heyecanla. O hırsla yaşlı
kahine gitmiş ve geleceğini okumasını istemiş ondan. Yaşlı kahinin yerine
geçeceğine emin ya, bunu onun ağzından duymak, böylece onunla dalga geçmek
istemiş. Yaşlı rakibinden onun yerine geçmek için referans alacakmış yani
aklınca! Görüyorum, demesini beklemiş. Benim yerime geçeceğini görüyorum. Yaşlı
kahin gayet serinkanlı, sen, genç adam, demiş, güzeller güzeli bir kadınla
evleneceksin. Ama mutlu etmeyecek bu seni. O güzel yüze her baktığında mutsuz
olacaksın. Genç kahin sinirlenmiş bu kehanete. Duymak istediklerini duyamadığı
için sinirlenmiş. Sonra aklınca müthiş bir fikir bulmuş. Yaşlı kahinin bu
kehanetini ona karşı kullanacakmış. Çirkin mi çirkin bir kız bulup evlenmiş.
Güven kazanmak bir ömür sürer, kaybetmek
bir dakika. Kim yanılgıya düşmüş bir kahine bir daha gider! Genç kahinin
diğerinin yerine geçmesi uzun sürmemiş. Ama ünün saltanatını sürmesi de uzun
sürmemiş. Birkaç yıl sonra bir gün, güzeller güzeli bir kadın gelmiş ünlü
kahine. Öyle böyle güzel değil ama, yaşlı kahinin söylediği kadar güzel. Kadın
geleceğine bakmasını istemiş kahinden. Kahin onu yemeğe davet etmiş! Ne yapmaya
çalışıyorsunuz? diye sormuş kadın. Geleceğinize bakıyorum! demiş ünlü kahin, bu
arada bir kehaneti de gerçekleştirmeye çalışıyorum. Kadın tahtına oturduğu
yaşlı kahinin intihar ettiğini söylemiş. Üzüldüm, demiş ünlü kahin, ününü
kaybetmek onu bu kadar sarstı demek!
- Hayır karısını kaybedecek olmasına
dayanamadı.
- Karısı mı?
- Evet. Karısı benim.
- O zaman... bana geleceğinizi
biliyordu...
- Geleceğimi tabi ki biliyordu. Siz hâlâ
göremediniz mi?
Görememiş. Uzun bir süre daha görememiş.
Çirkin eşini boşayıp güzel kadınla evlenmiş, sanki gizli bir emre uyar gibi.
Artık eskisi gibi hırslı değilmiş. Hırssızmış. Kendini nasıl kısırlaştırdığını
görmüş. Bırakın geleceği, geçmişi bile göremediğini görmüş. Gününü görmüş
böylece.
Ağabey ile Kardeş'e dönelim biz yine.
Akıllarınca belirsizliği yendiler. Artık gidecekleri bir yolları var, farklı
farklı olsa da. İşleri ayırmaya karar veriyorlar: Ağabey kendi yoluna, yani
başarıya, daha fazla üne ve paraya; Kardeş ise kendine biçilen kadere.
Yaşamları birbirinin etkisinden kurtulmaya başlıyor, böylece karakterlerinin
birbirlerini dengeleyen yönleri ayrışacak, zıtlıklar ortaya çıkıp nefes almaya
fırsat bulabilecek. Kahin görevini yerine getirdi.
Şimdi bir bakalım: Ticari hayatta bir
çok krizi önceden görüp tedbirli davranarak şaşırtıcı başarılar göstermelerini
sağlayan Ağabey, özel hayatında da aynı mantıkla hareket ediyor, zarar
göreceğini bildiği bu işe girmiyor! Kaderine terk edilen kişinin kardeşi olması,
yaklaştığını analiz ettiği bu krizi yok sayması için yeterli değil: Yapılması
gereken yapılmalı! Hem her şeyi birlikte yapmaları gerekmiyor! Uçuruma düşeni
kurtaramayacağını anladığında onu tutan elini gevşetmelisin. Hem alan da
memnun, satan da. Ona iyilik ediyor aslında, tam olarak sıfırdan başlamadıkça
hep eksik kalacaktı eğitimi. Bu ona ders olsun! Artık elindekilerin değerini
bilmesini öğrenir. Kardeş'in üzgün görüntüsü sandığınız gibi Ağabey'e
kırgınlığından değil. Üzgün, çünkü bugüne kadar olageldiği gibi kazancın
heyecanını Ağabey ile paylaşamayacak. O, alçakgönüllü bir kabullenmişlikle,
Ağabey'in yerinde kimin olsa aynı şeyi yapacağını, önemli olanın aralarındaki bağın
korunması olduğunu söyleyerek onu haklı çıkartıyor. Bu tutum saflık olarak da
yorumlanabilir, iyi kalplilik olarak da. Açıkçası sizin kadar ben de
bilemiyorum henüz. Yaşam tadını kaçırmamak için kendini saklar çoğu kez. Ona
uyalım, daha fazla zorlamayalım. Hem iki insanın can ciğer kardeş mi, kurt kuzu
düşman mı olduğu bilgisi, yaşamın kara bulutlarının yoğun olduğu bölgelerinde
yetişen bitkilerin meyvelerinden toplanır. Güneşli günlerde birbirini sevmek o
kadar da zor değildir.
Görülen o ki, bizi saatlerdir uğraştıran
bu yaşamlar birçok yöntem kullanan bir kahini bile zorlayacak derecede
dallanıyor. Bu durum şunu açıklar; geleceği görebilmek, her şey demek değildir;
o zaman kahinler dünyanın en mutlu insanları olurdu! Yaşamları ilginç bir seyir
izliyor. Kahinin söylediklerinden sonra toprak altlarından çekilmiş gibi.
Ağabeyin çalakalem yazdığı şu metni görüyor musunuz? El yazısındaki karakter
dalgalanmaları çok açık. Sezgilerime yol gösteriyor: Kazanma hırsı... İşte bunu
seviyordu. Dünyaya bunun için gelmiş gibiydi. Kazanacağı söylendiğinde her şey
değişti. Kazanacaksa savaşmanın ne anlamı kalır? Hırsını kaybetti, yaşama
sevincini! Yaşam bir haklı çıkma sürecidir; biri çıkıp da haklı olduğunuzu
söylerse, süreç biter. Orta yaşta emekliye ayrılmış gibi hissedersiniz. Kendi
yöntemlerinizle, kendi zekanızı kullanarak kazanmak istersiniz hem, bir kahin
öyle söyledi diye değil, değil mi?
El yazısı kopuk kopuk. Kazanacağını
bilmenin onu tüm endişelerinden kurtaracağını düşünüyordu. Sonra anladı,
endişelerden kurtulmak iki ayağını birbirine dolaştırdı. Kendi kendine sorun
çıkarma dönemi başladı! Ya hatalı davranır, bir şeyleri yanlış yaparsa? Her
şeyi kaybederse? Bu kez de aşırı güvence arıyor. Kahin kazanacağını söyledi ama
nereden biliyor? Bir kahine bakarak yaşam yönlendirilir mi? Yazı karakterinin
sertleştiği şu bölümlere bakın. Hiç noktalama işaretleri yok. Paranoyak! Küçük
bir hata milyarlar demek. Oysa böyle korkarak en büyük hatayı yapıyor. Korktuğu
için kaybediyor. Çok para kaybediyor. Şimdi şaşkın. Hani kazanacaktı! Kahin
öyle söylemişti. Peki ama kaybediyorsa? Demek kahin yanılmış! Öyleyse istediği
gibi davranabilir, kendi yöntemleriyle savaşabilir. Kazanabilir! O zaman kahin
haklı..! Ama söylediklerinin tersi çıkıyor! Demek ki kaybedecek... O zaman??!! Yoğun
bir belirsizlik. Çok belli. Büyük harflerle başlıyor, küçük harflerle devam
ediyor. Kelimeler sayfanın sağından hep dışarı taşıyor. Acizliğini duyumsuyor.
Hiçbir şeyden emin değil. Tek bildiği servetinin mum gibi eridiği. Bir dakika!
Bu Kardeş'in kaderi değil miydi?
Şimdi de Kardeş'e bakıyorum. Ağabeyine
göre daha tutumlu, ipucu bırakma konusunda. Ama bu beni durduramaz. Ruhlar
dünyası ne güne duruyor. Gelin şu masaya geçelim. Rehber bir ruh çağırayım.
Korkmayın bir şey yapmaz. Şşt susun! Bakın geldi... Ey ruh... Kardeş'i
soruyorum sana. Kaybetti mi, açıkla. Fincanı izle... E-V-E-T... Kahin bilmiş...
Sevmiştim onu zaten! Fincan devam ediyor, ne geveze şey: H-A-Y-I-R. Nasıl?
Sarhoş ruh! Fincanı bırak, gir içime. Evet! Evet! Hayır! Evet! Hayır! Hayır!
........
Sanırım bu, ruhla ilgili bir sorun
değil. Kardeş'in iki ruhlu yaşamıyla ilgili. Şşttt! Sessiz olun! İç sesini
duymaya çalışıyorum. Konuşturayım bakın size: İki ruhlu gibiyim. Hayır, iki
ruhlu gibiyim! Bir gün yemeğini en gösterişli yerlerde yiyen zengin bir
beyefendiyim; başka bir gün sevgilisine bir bankın üzerinde tost ısmarlayan
biri... Bir gün villamda film yıldızları kadar ünlü politikacıları, kendilerini
iş adamı diye tanıtan kalantorları ve sözde sanatçıları ağırlıyorum; başka bir
gün mütevazı çatı katımda, oranın kirasının altından nasıl kalkabildiğimi soran
gerçek dostlarımı... Bir gün kim bilir hangi hayır kurumuna milyarlar
bağışlayacağım davetlerde herkesin bildiğini bildiğim fıkralar anlatıyorum;
başka bir gün içkini al da gel partilerinde senaryosu yazılabilecek hayatları
dinliyorum... Bir gün arabamı, geri getirmese küçük çaplı bir sermaye sahibi
olacak görevliye teslim ediyorum, başka bir gün kıyıda bankın üzerinde içerken
tanıştığım dostlarımla taksi parasını denkleştirmeye çalışıyorum.
Bir yanda evlenme teklifi yapmayı
düşündüğüm sevgilim, büyülememek için nasılsa kaybedeceğim servetimden ona söz
etmedim; diğer yanda kehanetin aksine giderek artan servetim: Katmerleşerek
büyüyen yalanım. Nasıl böyle oldum! Her şeye yeniden başlamıştım. Azıcık
sermayem vardı. Ağabeyimin ‘rakibe’ dedikleri gibi. Ağabeyimin onlardan
korkmasına hiç anlam veremezdim. Çok haklıymış. Herhangi birisin benim olduğum
ruh halinde olsaydı, Ağabey ondan çok çekerdi. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.
Karşıma bazı işler çıktı, şansıma. Az sermaye gerektiren, riskli olduğu kadar
kazançlı da olabilecek işler. Yeni keşfedilmiş, ya da henüz bakir alanlar.
Hepsinden Ağabey'e söz ettim. Benimle övüneceğini düşünüyordum. Hiçbirini
önemsemedi. Hiç olmadığı kadar korkak bir dönemindeydi. Senin sermayen yeter,
sen niye girmiyorsun? dedi. Ben de girdim. İş olsun diye! Tuhaf bir ruh
halindeydim. Bu işler tam kaybedecek bir insana göreydi. Rakipsizdim. Cesaret
diyorlardı, oysa boş vermişlikti. Zeka diyorlardı, oysa delilikti. Sezgileri
çok güçlü, diyorlardı, oysa uyuşmuş bir haldeydim, tıpkı robot gibi. Kaybetmeye
programlanmış bir robot. Ve giderek daha fazla kazandım. Her yeni işte, bu kez
iflas edeceğim, diyor, bunu düşündükçe büyük bir istekle kabul ediyordum işi.
Kaderimi kovalıyordum büyük bir güvenle. Güvendiğim dağlara karlar yağdı. Nasıl
oldu bilmiyorum ama bir türlü iflas edemedim.
Sevdiğim kadına ne diyecektim? Bir
servetim var ama hemen sevinme, onu kaybedeceğim... Hoş onun, benimkinin tam
tersi “parayla mutluluk olmaz” türü bir saplantısı vardı. Parasız nasıl mutlu
olacaktık peki? Tamam, azalmak şöyle dursun giderek artıyor ama sakın buna
alışma!!! Yokluk mutluluğumuzu bozamadı, varlık bozabilir mi? Bir doğum
hastalığıymış gibi taşıdığım paradan, bir ur gibi büyüyen servetimden,
yalanımdan nasıl söz edecektim ona! Hem ya beni servetimden etkilenerek
bağışlayacaksa... “Beni terk etmeyeceğini biliyorum... Ama ne olur terk etme
beni.”
Çoğu duygu içimizde böyle karmaşık bir
formda dolaşır. Düşünceleri okumayı herkese tavsiye etmem o yüzden. Kardeş'inki
zor bir durum. Ama gereksiz yere korktuğu gibi terk edilmeyecek. En iyi suda
gözükür kadın! Bir iplik parçası attım suya. Kıvrıldı kıvrıldı, yılan gibi...
Terk etti, terk edemedi... Terk etti,
geri döndü. Sonunda bir kalp şekli oluştu. Basit ama gerçek! Seven bir kadının
kalbi bu. Kararsızlığı içerisinde gayet kararlı! Mutlu bir birliktelik yansıyor
suya... Ölüm onları ayırana dek!
Evet, sırasıydı. Ağabey-Kardeş.
Kararsızlıklar içinde bocaladıkları dönemde aralarındaki ilişki eskisi gibi
canlanıyor. Kahinden konuşuyorlar. Ağabey sinirli. Kazanacağını bildiği için
kaybettiğini düşünüyor, kahini suçluyor. Kardeş ise kaybedecekken kazandı.
Söylediklerinin tam tersi çıktı. Ya yanlış baktı, ya da karıştırdı. Bunu
öğrenecekler.
Kahin onları bir kez daha düş
kırıklığına uğratacak. Çünkü baksa baksa ancak kendi falına bakabilir artık.
Görüp göreceği de karanlık. Yaşlı, gözleri iyi görmüyor. Ama tanıyor onları.
Geleceklerini görmüş. Geleceklerini mi? Kahin artık sorulardan bıkmış, ama hadi
sorun bakalım.
- Hangimiz kazanacağız? Hangimiz
kaybedeceğiz? Hatırlayın... Ya da tekrar bakın.
Bakıyor kahin. Görmesi pek mümkün değil.
Ne gücü yerinde, ne algıları keskin, ne de hisleri eskisi gibi. Ama mantık;
yalan yanlış bedeni en son terk eden: Kazanacak olan, kazanacak gibi
görünendir! Sen diyor Kardeş'e, sen kavuşacaksın istediğine, sen diyor
diğerine, kaybedeceksin...
- Tersini söylemiştin yaşlı kahin.
- Öyle mi? Öyle söylemişsem doğrudur!
- Ama o söylediğinin tersi çıktı.
- İnsan olan yanılır.
- Yanıldığını kabul mu ediyorsun?
- Ben mi!? Ben asla yanılmam! Yanılan
sizsiniz. Emin olduğunuz şeyden şüphelenmeyi öğrenin.
Yaşlı kahin! Kafalarını karıştırmayı
yine başardın. Kehanetin doğruluğundan şüphelendiler de kendilerinden
şüphelenmediler. Kehanetin gerçekleşmesinin önünü kestiklerini göremediler.
Senin hatan aslında, kehaneti ancak ona inanırlarsa gerçekleştirirler, bilmiyor
musun? Oysa Ağabey kimseye inanmaz. Kazanacağı söylense bile inanmaz. Sana
gizli bir hayranlık duyuyor, ama kendi sezgilerinin önüne koyamadı kehanetini.
Sezgilerin de bir tür kehanet olduğunu bilmiyor. Başkasına inanmayı seçemedi.
İnatçı! Söylenenin tersini yapmak da, söylenenin etkisiyle hareket etmek değil
mi? Yeni uyandı. İnatla söylediğinin tersini yaparak etkinden kurtulduğunu
düşünüyor. Ne düşündüğü önemli değil, kuvvetle düşünüyor bunu! Artık
kazanacağını biliyor, sen öyle gördüğü için değil, bildiği için... O kadar
biliyor ki artık Kardeş'le ilgili bir kehanette bile bulanabilir. Farkında
değil ama onu gerçekten etkilemişsin, baksana başkalarının geleceği üzerine
kahinlik taslamaya kalkıyor...
Yaşlı bir kralın yönettiği bir kabile,
tarihlerini yaşarken bir yol ayırımına gelmiş bir gün. Yaşlı kral karşısında
birbirlerinden ayrı yönlere uzanan iki yola kısa bir süre baktıktan sonra
sağdan gideceklerini söylemiş. Kabile tam oraya doğru yönelecekmiş ki genç bir
adam çıkıp kralı dinlememeleri gerektiğini söylemiş. Kabiledekiler aralarında
konuşup tartışmaya başlamışlar, bazıları yaşlı krala gönül bağıyla bağlı
olduklarından sağ tarafa gidilmesi gerektiğini söylüyor, diğerleri sol tarafın
da güçlü bir olasılık olabileceğini düşünüyormuş. Yaşlı kral bu tartışmaları
kolunu sertçe kaldırarak kestikten sonra genç adama sormuş: Peki sen genç adam,
sen ne tarafa gitmemizi öneriyorsun?
Genç adam biraz bakınmış, gözlerini
kısıp iki yönün ufkunu taramış, bulutları ve toprağı incelemiş, kafasında bazı
hesaplar yapmış, sonra elini kalbinin üzerine koyarak kendinden emin bir
ifadeyle buyurmuş: Sağ tarafa gitmeliyiz. Herkes yaşlı krala bakmış, ne de olsa
henüz lider oymuş. Yaşlı kral düşünmüş, taşınmış, havayı koklamış, bir sağ, bir
sol yöne doğru bakmış, elini ıslatıp rüzgarın yönünü saptamaya çalışmış, Evet,
demiş sonunda, doğru söylüyor, sağ tarafa gitmemiz gerek, ben yanılmışım. Ancak
ondan sonra sağ tarafa sapmışlar.
Baştan beri söylediğim gibi, kahinin
haklı olduğunu hissediyorum, Kardeş hayatta en değer verdiği şeyi kaybedecek.
Oysa Kardeş’in sıfırdan başlayıp eskisinden de güçlü olmasını sağlayan ticari
zekasının, okulda öğretilenlere Ağabey’in öğrettiklerini birleştirerek
oluşturduğu işadamı duruşunun gösterdiği şu ki; Kardeş’in bu kazandıklarını
kehanetle mehanetle kaybetmesi zor. Ağabey bunu görüyor, kafası eskisi gibi
çalışıyor artık, yani zehir gibi! Vardığı sonuca bakar mısınız: “Buldum! Karını
kaybedeceksin!”
Başını iki yana sallıyor Kardeş, farkına
varmadığından değil, kabul etmek istemediğinden, böyle açıkça söylenmesini
istemediğinden. Bazı hislerin (örneğin aşk) kalpten dile getirildiğinde
gerçekliklerini yitirmesi gibi, bazı korkular da (örneğin ölüm) kalpten dile
getirildiğinde gerçeklik kazanır. Ağabey geleceği görüyor, evet, ama bilmiyor:
Bazı kehanetler hiç söylenmemeli! Acemi bir kahin yapar bunu ancak, ya da
kötücül bir insan...
Bir gün korkak bir adam, bir kahine gitmiş.
Kahinin odası loş, korkutucu eşyalarla dolu. Loş ışıkta odadaki biblolardan,
maskelerden daha korkutucu kahinin yüzü. Adam daralarak oturmuş kahinin
karşısına. Kalbi o kadar hızlı çarpıyormuş ki kahin hemen bir şeylerin ipucunu
yakalamış. Adamın suratına endişeyle bakmış ve ona geleceğini söylemiş, tek bir
cümle! Kehanet gibi değil de dostça bir uyarı gibi! Tabii adam onu duyacak
durumda değilmiş. Bir an sonra yere yığılmış. Canının çıktığını görmüş kahin, öldüğünü
görmüş. “İşte... Ben demiştim.”
Görüyorum. Yoruldum ama gayet net
görebiliyorum. Hava gayet açık. Yıldızlar sırlarını vermeye istekli. Bir yıldız
kayıyor. Şurada bir tane daha... Oluşan şekilleri görüyor musunuz? Dikkat edin,
bir saniyede oluşur ve kaybolurlar, film kareleri gibi art arda ama biraz
dağınık, birleştirmeyi beceremezseniz anlamsızlığı seyredersiniz. Yıldızlar
önemsiz ayrıntılar için parlamaz. Hikayenin sonunu görebiliyor musunuz? Artık
onları en az benim kadar iyi tanıyorsunuz? Bir yıldız daha kayıyor. Bu, Ağabey.
Şu yorgun bedenine bak. Yaşlı ve hastasın... Ölüm döşeğindesin. Zamanın geldi!
Beni duyacağını sanıyorum artık, ruhlar dünyasına çok yakınsın, hissediyorsun!
Kuru kuru yutkunuyorsun. Düşünceler daha fazla geliyor üzerine. Kardeş yanında.
Şuna bak; başarılı, saygılı ve âşık. Ya sen! Ne yaparsın, hayat da ticaret
gibi, biri kaybediyor biri kazanıyor! İşte seni kaybediyor karısından önce!
-Evet, işte seni kaybediyorum karımdan
önce. Seni, hayatta en değer verdiğim şeyi!
-Ya ben, ben ne kazandım? Bundan benim
kazancım ne?
Tüm hayat boyunca farkına bile
varılmamış duygular ortaya dökülecek, paylaşılmamış sırlar ölüm döşeğinde
açıklanacak... Siz onlar için böyle bir son görebiliyor musunuz?
Yazın bunu. Biriniz yazın. Sonlarını
kafanıza göre bitirin. Kahini haklı çıkartın ya da haksız. Bu sizin elinizde!
Ne olursa olsun, iyi bir öykü olabilir. İyi yazılırsa tabii. Ben kötü yazarım.
Birçoğunun kötü kahin olduğu gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder