KAHRAMAN KOMUTAN


Madalyaları tek bir üniformaya sığmadığı için üst üste iki tane giymiş, alttaki madalyaları gerektiğinde bir silahşor çabukluğuyla rakiplerinin suratlarına vurmak için üstteki üniformasının düğmelerini kuralları hiçe sayarak çıtçıtlı yaptırmış, iki üniformanın ve irili ufaklı yüzkırksekiz madalyanın da şişirmesiyle zaten iri gövdesi daha bir haşmetli görünen A Ülkesi komutanı gürler gibi konuştu:


- Bu kadar da olmaz ki, karıncalar gibi ürüyorlar. Yemeklerine şap koymalı bunların...


Karıncalara benzetilen, nüfusu büyük bir hızla artan B Ülkesi halkıydı. Coğrafi özellikleri, siyaset birimleri, bütçeleri, bilimsel araştırmaları ve birbirlerine çevrilmiş füzelerine kadar hemen hemen her konuda aynı özelliklere sahip oldukları B Ülkesi insanlarının, yeni döller üretme konusunda kendilerinden daha başarılı olduğu komutanın gözünden kaçmamıştı.


Yaver, komutanının emriyle acil hazırlatılan B ülkesi ile ilgili ayrıntılı bir nüfus araştırma raporunu yorumluyordu:


- B Ülkesi'nin askeri nüfusu gerçekten de şaşılacak kadar yüksek bir oranda artmış. Onu ikinci sırada bilim adamları izlemiş. Ülkemizde ise bu konuda başı, biliyorsunuz, filozoflar, sanatçılar ve çevreciler çekiyor. Biz askerler ise en geriden geliyoruz. Bırakın B Ülkesi’ne ve dünyaya hükmetmeyi, sınırlarımız içinden bir ayaklanma çıksa, bu kadar askerle durdurmakta zorlanırız maazallah. Son zamanlardaki gelişmelerden haberiniz var komutanım, sanatçılar ve filozoflar eskiden çiçekler ve böcekler, gözler ve kaşlar, melekler ve Tanrılarla ilgilenip bizi rahat bırakırken, artık ülke sorunlarına el atmaya başladılar. Ülkeyi romantizm, ekspresyonizm ya da sürrealizm temelleri üzerinde yükseltmeye kalkacaklar neredeyse, askerler ve silahlar yerine çiçekler, böcekler ve aşıklarla donatmak istiyorlar her yeri. Madalyalarınızın arasında bir papatya düşünebiliyor musunuz komutanım..! Çevreciler de zaten çevrede fazlaca dolaşıp nükleer silahları protesto ediyorlar. B Ülkesi bilim adamları devamlı savaş teknolojisi üretir, askeri güçleri de bu teknolojiyi cepheye taşımaya hazır bekler ve bu arada devamlı çoğalırken, önümüzdeki birkaç on yıl içinde şu an eşit dağılmış olan dünya askeri gücünü onlara kaptırmamız işten bile değil korkarım.


- Asker hiçbir şeyden korkmaz, asker..! Bir daha o kelimeyi duymayayım.


- Baş üstüne komutanım..!


- Hımm... Ama tespitlerin doğru olabilir...


- Devamlı barış görüşmeleri teklifleri getirmeleri bence boşuna değil komutanım, güçlenirken zaman kazanmaya çalışıyorlar? Bunu daha öncelerden fark etmiştim ama yeterli kanıt yoktu elimde, aslında bu sonucu bekliyordum.


- Beklersin tabii... Benim de aslan gibi iki evladım baba mesleği askerliği reddedip, “...kendi yolumuzu çizeceğiz..” diye evden ayrılsalar, ben de bu sonucu beklerim! Kim bilir başlarına neler gelir, ya çevreci olurlar ya da filozof... Karın öldü de bu günleri görmedi iyi ki. Tövbe tövbe!


- Öyle demeyin efendim, sizin tek kızınız da bir edebiyatçıya kaçmadı mı geçen gün...


- Asker..! Hazr'ol... Hizaya gel... Hizaya gel asker, yoksa getirmesini bilirim...


- Özür dilerim kom'tanım. Affımı rica ediyorum kom'tanım.


- Evet, benim kızım genç bir yazarla evlendi... Ama buna izin verirken bir amacım vardı, o da o genç adamı savaş lehinde bir propaganda için kandırmaktı. Reklamcılıktan anlıyor o genç. Ona askeri yönetimimizin çok yönlü imaj kampanyasını yaptırmayı düşünüyorum. Biliyorsun böyle propagandalara her zaman ihtiyaç olur. Böylece her şeyi göstermek istediğin gibi gösterebilirsin, örneğin askeri geriliğimizi üstünlük gibi... O amaçla yani... Bu stratejik bir evlilik.


- Çok haklısınız komutanım. Evlilik de başka nedir ki zaten, bir barış anlaşması... Peki, neden bu stratejiyi geliştirmiyor ve tüm ülkeye yaymıyoruz? Böylece diğer sanatçıları ve filozofları da askerlerin emrinde çalışıyor gösterir ve askeri nüfusumuz göreceli de olsa artırmış oluruz. Çünkü korkarım... pardon inanırım ki bu araştırmaları mutlaka B Ülkesi de yapmış ve gerçekleri görmüştür.


- Peki onları güçlü imajımızla ikna ettik diyelim. Hadi diyelim kendi halkımızı de kandırdık. Ama yine de, askeri nüfusumuzun geriliğine mutlaka bir çare bulmamız gerek. Propaganda da, reklam da sonuçta bir yere kadar...


- Bilemiyorum komutanım, doğan çocukların ileride hangi mesleği seçeceği askeri otoriteyle belirlenemiyor ne yazık ki.


- Peki B Ülkesi nasıl bu kadar asker sempatizanı yetiştirmiş? Bunun için de bir araştırma yapsak mı?


- Bunun için bir araştırma var zaten komutanım... Şey! Yani...


- Ne? Ne demek bunun için bir araştırma var? Ben neden bilmiyorum?


- Yanlış söyledim komutanım, demek istediğim o değildi. Ben şey demek istemiştim...


- Benden bir şey saklamaya çalışıyorsun sen... Hem de çok beceriksizce yapıyorsun bunu... Askeri okuldayken de hiç iyi kamuflaj yapamazdın zaten, yüzlerce metreden fark edilirdin. Askeeer... Hazr'ol... Kamuflaja son ver... Çabuk anlat bildiklerini...


- Baş üstüne kom'tanım. Emredersiniz kom'tanım. Bu bir araştırma değil aslında kom'tanım. Bir dedikodu kom'tanım.


- Askeeer... Rahat...! Rahat asker... Rahat rahat anlat asker.


- Efendim bu bizim sanatçılarımızın, fikir adamlarımızın çıkardığı bir dedikodu. Aslında önceleri önemsememiştim, sonuçta sadece bir dedikodu, ama şimdi düşününce...


- Uzatma, neymiş bu dedikodu?


- B Ülkesi'nde asker sayısının ve bilim adamlarının, keza sanatçıların ve çevrecilerin bu kadar fazla olmasının nedeni, her askerin aynı zamanda sanatçı, her bilim adamının aynı zamanda filozof olmasıymış.


- Saçmalama yaver, nasıl olur bu?


- Bu durumun gerçekleşmesini sağlayan B Ülkesi komutanıymış.


- Komutan mı? Benim gibi mi yani?


- Evet efendim, o ülkeyi kim yönetiyor sanıyordunuz...


- Tabii... birisi yönetiyordur di’mi? Aslında ben bugüne kadar karşı tarafı hep toptan bir ülke, giderek artan bir kalabalık olarak düşünmüştüm, tek bir komutan hiç aklıma gelmemişti... Bir komutan demek ha? Belki madalyaları bile vardır, ne dersin? Benden fazla mı acaba? Çıtçıtları açıp biraz kendime güvenimi kazanayım... Birkaç madalya daha icat edip, onları da toplasam mı!


- Bir de şu var ki komutanım, o komutan askerlik dışındaki alanlarda da kendini geliştirmiş. Bir yazar ve düşünürmüş aynı zamanda.


- Ne var, ben de yazarım...


- Peki yazarken aynı anda düşünebilir misiniz!?


- İkisini birarada yapamam, evet.


- Düşündüğünüzde, ne konuda düşünürsünüz efendim?


- Ne konuda olacak, savaş konusunda! Hayatımda başka bir konuda düşünmedim ki...


- Diğer komutan 2-1 önde o zaman. O, barış konusunda da düşünürmüş.


- Asker ve barış... Bu doğanın işleyişine ters...


- O doğa konusunda da düşünürmüş.


- 3-1 oldu desene...


- İnsanlığın geçmişi, bugünü ve geleceğini kavramaya yönelik felsefi konular, insanların kardeşliği, birarada yaşama gibi sosyolojik konular, dünyaya hükmetme isteğinin komplekslerle bağıntısı gibi psikolojik konular...


- Tamam tamam yeter... Farkı iyice açtı herif, bizim haberimiz yok... Peki ama bunların askerliğine ne yararı olacak... Bu işlere madalya vermezler ki.


- Bir söylentiye göre de o komutan barış yanlısıymış aslında. Askeri düşüncelerinin tümü barışı sağlayabilmek içinmiş.


- O zaman işsiz kalır yahu!


- Hayır efendim. Edebiyatla uğraşır. Düşünür ya da filozof olarak para kazanır. O ülkede epey para getiren bir işmiş bu.


- Düşünür olmak için mi savaşa son vermek istiyor?


- Düşündüğü için savaşa son vermek istiyor.


- İyi ki onun gibi düşünmüyorum...


- Ama askeri geriliğimiz konusunda düşünmek zorundayız. Yoksa yenileceğiz.


- Düğmeye ilk biz basmazsak tabii.


- Nükleer füzeyi fırlatacak düğmeye mi?


- Evet. O zaman onların askeri üstünlükleri yok olur.


- Peki neden hemen yapmıyoruz o zaman?


- Kolay bir çözüm olur bu çünkü. Hoş günümüzde, o eski zeki stratejilerle kazanılan zaferlerin olmasını beklemek hayal... Hem işsiz kalırız o zaman... Sonuçta askerlerin görevi düğmeye basılıp da bütün düzenek eksiksiz çalışıncaya kadar. Füze gidip karşı tarafı bulduktan sonra, B ülkesinde taş taş üstünde kalmayacağından, askerlerimiz orayı fethetmeye ellerini kollarını sallaya sallaya giderler, tatile gider gibi. Dönünce de sıkıntıdan patlamaya başlarız.


- Ama savaşı kazanmış oluruz. Böylece sanatla ilgilenecek vaktimiz olur, bilim adamlarımızın da felsefeyle. Müthiş kalkınırız o zaman.


- Düğmeye basarsak.


- Düğmeye basarsanız.


- Niye ben?


- Komutan sizsiniz, yetki sizde.


- Yetki bende evet, bunu gerçekten yapmalı mıyım peki?


- Bunu halkımızın iyiliği için yapıyorsunuz komutanım. Hatta B Ülkesi halkı için. Eminim bunu savaşa son vermek için yaptığınızı anlayacak ve size hak vereceklerdir.


- Ölmeden önce mi, sonra mı?


- Siz de bilirsiniz ki, biz askerler, işimiz olduğu halde O'ndan hiç bahsetmeyiz.


- Haklısın. Öldürün, demeyiz. Saldırın, deriz, hücum, deriz. Tüm ordunun görebileceği yüksek bir yere çıkar “Ateş...” diye bağırırız.


- Komutan ateş emrini verdi... Çabuk fırlatmayla ilgili işlemleri tamamlayın.


- Ne..! Ben mi ateş emrini verdim?


- Evet komutanım, dünyadaki herkesin duyabileceği, duyamayacak kadar uzaktakilerin de görebileceği kadar yüksekten, kabartma harita masanızın tepesinden verdiniz komutu. Ve inanır mısınız, masaya çıktığınızda ayaklarınızı bastığınız yer, B Ülkesi'nin, o dünyanın bizim olmayan diğer yarısını kaplayan toprakları idi. Şehirlerini ezdiniz, dağlarını dümdüz ettiniz, denizlerini, göllerini çizmelerinizin kirli tabanıyla çamura buladınız. Zaten tüm füzelerimiz üzerlerine çevrili. Bütün hazırlıklarımız da tamam. Şimdi aşağı inip şu düğmeye basın da artık şu savaşa bir son verelim.






A Ülkesi komutanı yeterli tahrik olarak gördüğü bu laflar sonucunda, fırlamaya her an hazır füzelerin düğmesine bastı. Füzeler B Ülkesi'ne doğru yola çıktığı anda, B Ülkesi erken algılama sistemleri tarafından artık her şey için çok geç de olsa algılandı. Ama B Ülkesi komutanı olayı hemen algılayamadı.


- Neden ama? Niçin? diye sordu. Tam da savaşa son verecek, silahları imha ettirecek bir barış konferansı teklifi götürmeye hazırlanıyorduk.


Yaver daha az düşünür, daha çok askerdi.


- Onlar silahları imha etmenin bir yolunu bulmuşlar komutanım. Bizim üzerimizde imha edecekler. Çabuk bizimkileri de gönderelim!


- Bütün hazırlıkları tamamlayın! dedi komutan, gayri ihtiyari bir emirle.


10 saniye sürdü tüm hazırlıklar ve düğmeye basma zamanı geldi. Komutanın eli füzeleri hareket ettirecek düğmenin üzerinde titredi birkaç saniye...


- Hadi komutanım! dedi yaveri, basın... En azından bizim füzeleri de denemiş oluruz.


- Hayır! dedi komutan. Yapamayacağım..! Ülkemin halkını kurtaramadım, bari o ülkenin halkın kurtarayım...


Yaver olaya daha sportmence bakıyordu.


- Zaten onlar önce davrandılar, kazanmak haklarıdır... Şuradan üzerimize gelen şey bir füze mi?






Böylece B Ülkesi yok oldu, tüm halkı öldü. A Ülkesi savaşı kazandı. Bir zaman geçti, savaşın yorumları yapılmaya, gerçekler görülmeye başlandı. A Ülkesi'ndeki sanatçı, düşünür ve filozof çoğunluğun elinden böyle bir konunun kurtulması olanaksızdı. Komutanlarının her şeyi barış için yaptığını açıklaması, kimseye inandırıcı gelmedi. A Ülkesi halkı, B Ülkesi komutanını, hayatlarını kurtardığından milli kahraman ilan etti ve heykelini dikmeye karar verdi.






- Bu sonuca beklemiyordum doğrusu. Halbuki biz her şeyi barış için yapmıştık, değil mi yaver?


- Başardık da komutanım. Şu anda bir barış yaşanıyor. Ama düşünmediğimiz bir şey vardı. Sivil hayatta, hem de böylesi bir barış ortamında, ölüm ve öldürmek kelimeleri askerliktekinden daha otoriter bir güçle yasaklanıyor. Bu yüzden yenilgi pahasına insan hayatını kurtardığı için, merhum B Ülkesi komutanı kahraman ilan edildi. Bugün haberini aldım, Başkent'teki meydana onun heykelini dikmişler. Heykeltıraş onun, düğmeye basmak üzereyken donmuş kalmış heykelini yapmış. Komutanın kalbinin o insan sevgisiyle dolu sıcaklığının, vücudunu taşlaştırdığı ânı anlatan çok başarılı bir çalışma olarak nitelendiriliyormuş. Komutanın yüzünü yapmamış heykeltıraş, o an suratındaki hüznü hiçbir sanatçı hayal edip de anlatamaz diyormuş. Ama herkes gerçeği biliyor: Onun yüzünü hiç görmedi ki... Hayatımızı kurtaran bu adamın yüzünü hiçbirimiz görmedik... Herhalde yüzü de vücudunun diğer parçaları gibi ülkesinin toprağına karışmıştır... Bu da çevresindeki esrarı artırıp, onu daha bir efsane haline getiriyor zaten. Size ise pek iyi gözle bakmıyorlar doğrusu. Ama birbirinize rakip olduğunuza ve o kahraman ilan edildiğine göre, varın siz tahmin edin unvanınızı.


- Ne rakibi, ben o herifi tanımam etmem.


- Zaten adama hiç fırsat tanımadığınız konuşuluyor halk arasında. Çünkü size bir barış konferansı önereceği haberi daha önceden bazı ajanlar tarafından bizim edebiyatçılara sızdırılmış.


- Başka ne diyorlarmış benim hakkımda?


- Sizin geleceğiniz konusunda bir karar vermeye çalışıyorlarmış.


- Yahu yaver, bunlar bizi asacak mı yani şimdi?


- Bizi mi?


- Bizi tabii... Beraber karar vermedik mi düğmeye basmaya... Bu, tek bir kişinin veremeyeceği kadar büyük bir karar...


- Ama düğme iki parmağın sığamayacağı kadar küçük bir düğme.


- Sen neler diyorsun..! Bak, bana gelecek herhangi bir suçlamada yanımda olmazsan, seni savaş divânına veririm.


- Bu, iki açıdan mümkün değil beyefendi. Birincisi artık savaş kalmadığından o divândakiler işsiz güçsüz rahat rahat oturuyorlar divanlarında. İkincisi de, istifa ediyorum.


- Asker istifa edemez, asker... Seni ancak ben atabilirim askerlikten.


- O zaman yabancı uyruklu bir kadınla evlenirim. Askerlik kurallarına göre bu yasak olduğundan, beni ihraç etmek zorunda kalırsınız.


- Yabancı uyruklu kadın kalmadı ki, bütün yabancı uyruk yok edildi. Yok ettim hepsini. Ben yaptım! Tek başıma!


- Bir tane var. B Ülkesi'nden barış görüşmesine hazırlık için gizlice ülkemize gelen çevreci kızlardan birinin annesi.


- Sen nereden tanıyorsun onu?


- Kızı ve oğlum birbirlerinden hoşlanıyorlar. Tam düşündüğünüz gibi, evden ayrılan oğullarımdan biri çevreci bir kıza gönül vermiş. İlk önce çok kızmıştım ama şimdi anlıyorum ki hayatımı kurtaracak bu aşk. Annesi de sempatik bir bayan, geçen gün oğlum benimle tanıştırmak için eve getirmişti. Görseniz nasıl olgun davranıyor bizlere karşı, hem de tüm ülkesini yok ettiğimiz halde... Hafta sonu kırlara gidiyoruz. Bizim kuzey illerimizde yetiştiğini duyduğu bir ağaç cinsini göreceğiz. Bizimkinden biraz daha sıcak olan iklim nedeniyle ülkesinde yetişmiyormuş, hoş artık hiç ağaç yetişmiyor ya, sayenizde..!


- Asker!!! Seni üstünle böyle konuşmaktan men ederim. Her ne kadar bu dalavereyle askerlikten ve bu katliamdan sıyrılacak olsan da, henüz askersin ve komutanının emrini son kez de olsa dinlemek zorundasın. Git kendini tutuklattır. Yoksa ben tutuklattırırım.


- Üzgünüm beyefendi, artık size beyefendi diyeceğim, ama sizin diyeceklerinizi kimsenin dinleyeceğini sanmıyorum. Yeterince insanın hayatını mahvettiniz, bence kendi canınızı kurtarmak için bir an önce buradan uzaklaşsanız iyi edersiniz.






Katil komutan, başına büyük işler açan yaverinin öğüdünü bu kez dinlemek konusunda isteksiz de olsa, bir an düşününce bunun yapabileceği en mantıklı iş olduğuna karar verdi. Ülkeden kaçması gerekli olabilirdi. Ama nereye gidebilirdi ki? Kendi ülkesi dışında gidebileceği tek yer, taş taş üstünde bırakmadığı B Ülkesi'ydi... Orada kendisine yeni bir yuva kurabilir miydi? Düşündü de korunaklı bir yer, özel bir yer olmalıydı mutlaka. Ülkenin yüzey yapısını tanımasa da bir an aklına müthiş bir yer geldi: Gönderdiği füzenin yerde açtığını düşündüğü çukur... Daha önce böyle çukurlar görmüştü. Sıcak olurdu içleri. Füze tam Başkent'in tepesine düştüğüne göre, çukurun su kaynaklarına ve yaşam için gerekli diğer şeylere çok uzak olmaması gerekti. Ne de olsa bir süre önce canlılar yaşamıştı oralarda. Evet evet, yeni bir yaşama başlamak için oradan ideal yer düşünemiyordu. Böylece yabancılık da çekmezdi, çünkü zaten hayatı boyunca şu anki gibi yerin dibine oyulmuş karargahlarda yaşamıştı... Yeni yuvasına ad bile bulmuştu: Cehennemin Dibi. Bu ad yeni ülkesinin şu anki durumunu, oraya sürgüne gitmesine neden olan yaşadıklarını ve düştüğü talihsiz durumu anlatan müthiş kara mizah yüklü ve aynı zamanda bundan sonraki yaşam felsefesini özetleyen bir ad olmuştu. Felsefi konularda doğuştan gelen bir yeteneği olabilir miydi yoksa? Bu ve benzeri konuları düşünmeye bol bol vakti olacaktı nasılsa, şimdi bir an önce yola çıksa iyi ederdi. Buradakiler kendini başka bir cehennemin dibine göndermeden önce...


Yine de bir zamanlar hükümdarı olduğu ülkeden ayrılmadan, yolu uzatmak pahasına da olsa, tanınmayacağı bir kıyafete bürünüp, Başkent'in merkezinde, bütün heybetiyle göğe doğru yükselen Kahraman Komutan heykelinin önünden geçmeyi ihmal etmedi.


“Hah..,” dedi geçerken, “...gerçekten de hiç madalyası yok muymuş, yoksa sanatçının hayal gücü mü zayıfmış...”

KAHİN


 
İki kolumu, köprü gibi uzatarak küreye doğru yaklaştırıyorum, ellerimi temiz yüzlü bir çocuğun yanaklarını, saçlarını okşarmış gibi hareket ettiriyorum. Hayatı defalarca yaşamış ve defalarca yeniden doğmuş ama eski hayatları belleğinden silinmemiş, yetkinliği içinde gençliğini ve tazeliğini korumuş, dilinden anlayana sonsuz bilgi ve anlam hazinesini sunmaya hazır bu harika yaratığı konuşturmaya, zihnindeki görüntüleri kristal göz bebeklerinden okumaya hazırlanıyorum. Başka bir dünya bu! Kimilerine ilginç ama korkutucu gelir, kimileri için keşfedilmeye değerdir... Yaklaşıp şöyle bir dikkatle bakarlar, sanki yılların kahininin gördüğünü görebileceklermiş gibi.

Kristal kürem duyguları şekillere, renklere, şifresini çok az insanın çözebileceği simgelere büründürüp görünür kılar. Bakın işte, yoğun bir tutkuyu anlatıyor şimdi, kırmızının türlü renklerini dans ettirerek. El ele tutuşmuş şu alevleri görüyor musunuz? Öyle bir tutku ki bu... İhtirasa çalan cinsten. Şah damarı bile mat eden cinsten. Belki aşk, belki nefret, belki ikisi birden. Hırs belki, yerine göre! Böyle dalga dalga yayılan, her yeri titreten sıcaklık... Kan! Tüm kıvrımlarınızda akan, en gizli gözeneklerinizden içeri sızan, sızdıkça ayıltan, hayat veren. Bir beden canlanır bedeninizde, kanınızda yabancı bir sıcaklık akar. Kalp atışları kalp atışlarınız olur. Gümgümgüm, gümgümgüm, gümgümgüm... Size yankılanıyor gibi gelebilir! Oysa değil. Birbirleriyle yarışırcasına çarpan iki yürek söz konusu. Aynı tutkuya tutulmuş iki can. Sakın ha birini sizinki sanmayın! Unutun kendinizi, onlarsınız artık siz, onlarsa kendileri. Birbirlerinin aynısı iki insan onlar. Aynadaki aksinizle aynı olduğunuz kadar.

Bunlar iki erkek, Ağabey ile Kardeş... İçime doğdular.

Ruhlarını çepeçevre sarıp koruyan, onları yaşama daha sağlam bağlayıp ölümü unutturan hatta geciktiren, her fırsatta şımarık bir çocuk gibi "ben buradayım" diye kendini belli etmeye çalışan tutku, aslında bir efendi gibi kurulmuş tahtına, kalplerinde. İşin gerçeği, tutkunun kendisi de esir durumda. Çıkmak, kurtulmak, kendini dışa vurmak istiyor.

Güzel porselen çay fincanının hikayesini bilir misiniz? Acemi çaycısının elinde içi kaynar çayla dolan ve yakışıklı metal kaşık yardımına koşana kadar yüzünde çatlaklar oluşan, vaktinden önce ihtiyarlayan güzelim porselen çay fincanının hikayesini? Bir gün unutturmayın da anlatayım...

Elimde gördüğünüz şu taşlar... Değersiz çakıl taşları gibi duruyorlar ama değil... Birine Ağabey’i birine Kardeş’i diğer ikisine de tutkularını üfledim ayrı ayrı. Dördünü de masanın üzerinde yuvarlıyorum, zar atar gibi. İlginç! Dört taş neden üçgen oluştursun ki! Niye? Ama oldu işte. Kardeş taşlar tabanı oluşturmuş. Uzak köşede, üçgenin tepesinde tutku taşları, sahiplerinden daha yakın birbirine, neredeyse bitişik. Tutku yoğunluğunun nedeni bu. Tek bir tutku sanki. Ortak. Kardeşler değil tutkular ortak! (Çoğunlukla böyle değil midir?) İki kardeş ise tutkularına uzanmışlar, ama iki ayrı koldan, iki ayrı yoldan. Tutkuları baş tacı! İki kafaya tek bir taç: İşte üçgenin hinliği.

Oysa tutkularından çok birbirlerine yakınlar. Bu da üçgeni sertleştiriyor. Hayatı keskin dönüşlerle, ani ve sert iniş-çıkışlarla yaşayacaklar. Üçgenin çelişkisini de taşıyacaklar. Dörtgenleşmek ister ama başaramaz üçgen, doğru formuna dönmek ister, itiraf edemez. Huzursuzdur hep. Dengesizdir. Birbirlerine yönelerek bir doğru oluşturabilirler, evet, ama tutkularından uzak bir doğru olur bu, bilmiyorum ne kadar doğru olur? Oysa ortak tutkularına yönelmeleri yine buluşmalarını sağlar, ki bu, bir taşla iki kuş! Nasıl, eğlenmeye başladınız mı? Kristal küremin içinde şu an oluşan üçgeni gördünüz mü, taşların anlattığına katıldığını söylüyor o da. Gelin, bakın. Korkmayın yaklaşın. Görebildiniz mi üçgeni? Göremediniz mi? Neyse...

Zaten her gördüğünüze inanmanızı tavsiye etmem. Bir kız vardı... Meraktan, “bir görmek” için gelmişti bana. Ne kahinlere, ne geleceğe, ne de Tanrıya inandığını söylemişti. Üstten üstten bakıp, gözümle görmediğim hiçbir şeye inanmam, demişti. Ruhundaki Tanrı inancının keşfedeceğini söyledim ona. Bir süre nefret edeceksin her şeyden, sonra nefretin inanca dönüşecek dedim. Öyle oldu. Kız önce kör oldu, sonra da bir bir dediklerimi.

İşte, göründü. Hay kristal dünya! Böyle şeyler yaşayıp da sağlıklı büyüyebilen çocuk var mıdır? Dolandırılmış bir yün yumağı gibi. Gözünüzde canlandırabilirsiniz değil mi?: Babanız annenizi terk ediyor. Annenizin yerini başka bir kadın alıyor. Konuşmayı öğrendiğiniz bir yaşta olsanız, şikayet edeceksiniz. Bu yetmezmiş gibi, üvey annenizin yeni doğan çocuğu da babanızın kalbindeki yerinizi almaya başlıyor. Kıskançlığın ne demek olduğunu bilseniz, hissettiklerinizi açıklayabileceksiniz. Üstelik çocuğun ağabeyi olarak görevlendiriliyorsunuz! Derslerinize mi çalışacaksınız, kızlarla mı çıkacaksınız, dadılık mı yapacaksınız! Ahlak kuralları konusunda eğitilmiş olsanız, üvey annenizin ölümüne üzülmeseniz de, en azından üzülmüş görünmeniz gerektiğini bileceksiniz. Ah şöyle bir enine boyuna düşünebilseniz, ticaret okuduğunuz okuldan yine ayrılacaksınız, ama bunu, babanızın ölümünden sonra dükkanın başına geçip evin sırtınıza yüklenen sorumluluğunun altından kalkabilmek için değil de, kimseden yardım isteyemeyeceğinizi yavaş yavaş öğrenmeye başladığınızdan üst üste defalarca kırılan kalbinizi en azından kendi kendinize ve bir an önce onarabilmek için, örneğin psikoloji eğitimi görebilmek için yapacaksınız.

Oysa sizin böyle şeylere ayıracak vaktiniz yok. Gençliğinizi babadan kalma kendi halinde bir dükkanı kısa sürede bir markete dönüştürmeye harcıyorsunuz: Kardeşler Bakkaliyesi’ni, Makro Kardeşler yapıyorsunuz. Sonra da her türlü ticareti yapabileceğiniz bir şirket: Kardeşler Export. Hızlı bir değişim, çok hızlı... Büyük bir servet, başarı, güç. Hepsine sahip oluyorsunuz. Kardeşiniz? En büyük yardımcınız. Sizin bitiremediğiniz okulu bitiriyor, işin teorisinde uzmanlaşıyor. Siz de pratikte uzmansınız ya, birlikte yükseliyorsunuz. Zorunlu kardeşliğin ötesinde (yani aslında tüm kardeşlikler gibi) kurmayı başardığınız planlı dostluğunuz, karakterlerinizdeki tezatların çekişmesiyle bozulmuyor, aksine kuvvetleniyor. Kan bağından daha güçlü bir bağ bu, kader bağı. Dostundan ayrılmak istemez insan, rakibinden istese de kopamaz. İki erkeğin dünya kurulalı beri olagelmiş çekişmesi belki. Aynı kandan iki insanın birbirlerinde keşfettikleri farklılıkların çekiciliği. Kupa valesiyle maça valesinin dostluğu. Benzemezliğin üzerine kurulmuş uyum. Et ve tırnak gibi. Hah buldum, yumurtanın beyazıyla beyazının sarısı gibi. Benzetmeleri severim. Çok şey anlatır gibi gözüken, aslında ancak benzetmeyi yapanın en üst düzeyde bilebileceği bir "tek şey"i gizleyen ve bir parçasını açıklamaya çalıştığı hayat onu doğrulamadan anlamını anlaşılır kılmayan gebe gerçeklerdir benzetmeler... Tıpkı kehanetler gibi!

Kristal küremin yetenekleri saymakla bitmez. Tabii istekleri de. Günlük hayata burnunu sokmayı pek sever. Hayalet gibi gezinir bedenliler arasında. Parmak izi toplaması gibi bir dedektifin, ruh izleri toplar. Gizli bir kameradan seyrettiriyormuş gibi sergiler film yaşamları. Ama bir aptal kutusu değildir! Bir senaristin ve görüntü yönetmenin kurguladığı hayatlar içine sokmaz sizi, kablosu yoktur, kumandası uzaktan değil düşüncelerinizin içindendir, beyin kanallarından canlı yayın yapar.

İşte bugünkü program, iki tüccarın hikayesi: Kardeş mezun olduktan sonra Ağabey’in epeyce büyüttüğü ve baba vasiyeti sonucu ortak adlarını taşıyan işlerinde çalışmaya başlıyor. Okulda başarılıydı, ama bu, iş hayatındaki başarıya yeter mi? Esas okul şimdi başlıyor, öğrenecek daha çok şey var. Eminim kafanı birçok gereksiz bilgiyle doldurmuşlardır, umarım yanlış bilgilerle doldurmamışlardır. Ağabey pişman değil. İyi ki okumamış. Zaman yitirmeden işi öğrendi. Bana sor, diyor merakla, okuldayken ders çalışan Kardeş’in üzerine eğiliyor. Hayatta böyle problemleri olmamış! Yine de açıklamaya çalışıyor. Ama hocalar öyle yanıtlar istemiyor. Bu iş böyledir, diyor Ağabey. Hocalarla ortak bir noktaları olduğunu söylüyor Kardeş: Paradan söz ede ede takıntı yaratıyorlar insanda. Her şey bunun içindir, diyor Ağabey. Senin eğitiminin amacı, benim hayatımın amacı, başarımın nedeni. Ya çalışmak zorunda kalmasaydı?

- Başka türlü olacağımı nereden çıkarttın! Paradan başka dost yoktur.

- Babamın lafı bu. Hep sana söylerdi.

- Senin için başka planları vardı belki de...

- Senin gibi olmamı isterdi. Çok önem veriyordu sana.

- Nereden çıkarttın bunu!

- Bana söylediğinden; ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek onu izler, derdi.

Ağabey işadamlığı felsefesini anlatıyor Kardeş’e, bir hoca gibi, hayat bilgisi dersi hocası...

- Para dediğin kadın gibidir, hep daha fazlasını ister, beceremezsen becerene gider. Varsıl neden zengindir? Çünkü paraya değil çalışmaya düşkündür. Yoksul ise çalışmaya değil paraya düşkün olduğundan fakirdir. Yoksul hep çalışmadan para kazanmaya çalışır. Para başarıyı getirir, başarı da tekrar parayı.

- Peki neden ticaret? Başka alanlarda da kazanılmıyor mu bu başarı?

- Nerede mesela!? Sanat mı, spor mu, bilim ya da din mi?  Dünyada en çok kazanç getiren başarı, başarıyı pazarlayanındır...

İkisi için de kazanmak önemli. Ağabey’inki bir fazlası; o en önde olmak istiyor. Kazandığı başarılardan hiç tatmin olmuş gözükmüyor. Ertesi gün asık suratıyla hemen işinin başına geçiyor tekrar, dün kazandığını kasasına koyuyor ve o güçle daha büyük bir işin peşinden koşmaya başlıyor. Kardeş ise bir süre hayal dünyasındaymış gibi yaşıyor. Mutlu mu? Hiç göstermiyor. Mutluluğu şampanya gibi patlatıp hızla tüketmektense, kokusuna ve tadına vara vara, ağır ağır yudumlamayı tercih ediyor. Bitimsiz bir tatildeymiş gibi davranması yüzünden Ağabey’i kızdırıyor. Ağabey bir işe, uğraşa girdiyse sonuna kadar götürmek istiyor, diğer her şey iptal oluyor yaşamındaki, fırsat kaçırmaktan nefret ediyor. Genelde sinirli, az da olsa kaybettikleri bazı ihalelerden sonraysa gerçekten sinirli oluyor. Kimse yanaşmıyor yanına, patlamaya hazır bu volkandan uzak duruyorlar. Kardeş ise geliyor ve kamp kuruyor eteklerine. Lavlardan korkmak şöyle dursun...

- Arada kaybetmek de fena değil, bu da oyunun bir parçası, hem bu duyguyu da tatmak gerek.

Bu çocuk deli! Birazdan kardeş falan dinlemeyip...

- En nefret edilesi duygudur kaybetmek. Sen pek tanımadığın için...

- Hep kazanmak da dünyanın en sıkıcı şeyi. Yanlış yapma hakkımız da olmalı. 

- Böyle bir hakkım hiç olmadı.

- Hep başarmak zorunda olmak... Tuzak gibi!

Evet, o bir deli. Yoksa Ağabey ona bu kadar yumuşak davranmazdı. Bir deliye ne diyebilirsin ki... Sinirlerine hakim oluyor. Bunu yapmayı seviyor, çünkü sinirlendiği durumları sevmiyor. Sinirlenmek bir zaaf. Sinirlenmek, başarısızlık. Sinirlenmek, açık vermek...

- Asıl sorun kaybetmek değil, birilerinin bir yerlerde beni yendiği için sevinmesine dayanamıyorum.

Kardeşi susturacağını biliyor böylece. Bu da Ağabey’in oyunu. Soğukkanlılıktan da öte umursamaz görünmek, Kardeş’in silahlarıysa (Ağabey’e göre, içindeki başarısızlık korkusunu yenmeye çalıştığı silahlar bunlar); kıskançlık, kin ve şiddet dolu bir silah gibi görünmek de Ağabey’inki. Ticarette kazanç denilen şey, kayıplardan elde edilendir, diyor Kardeş’e. O zaman adına da ‘ganimet’ demek gerekir, diyerek karşı çıkmaya çalışıyor Kardeş. Ağabey sevdiğini söylüyor bu adı, bilerek, Kardeş’i daha da şaşırtıyor. Sonra iyice üzerine gidiyor, yakaladı mı bırakmıyor: Başarı, diyor, sadece para kazanmak değildir, başkalarının başarmasını engelleyeceksin. Kazanç sağlamayacakları çok açık olan o ihalelere girmek için her defasında neden ısrar etmişti Ağabey? ‘Rakibeler’ diyor -küçük şirketleri böyle çağırıyor- toydurlar, çünkü amaçları sadece para kazanmaktır, ama senin her açığını kollayacak kadar da açıkgözdürler, saldırgandırlar çünkü kaybedecek pek az şeyleri vardır ve başka çareleri yoktur, timsahla kütüğü birbirinden ayırmasını öğren ama yeri geldiğinde akıntıya kapılmış serseri bir kütüğün de tekneni delebileceğini, devirebileceğini göz ardı etme. Rakibelerin böyle ihaleleri alıp büyümelerini, rakibin olmalarını engelleyeceksin. Sen uyu daha.

Çok iyi oynuyor, Kardeş’i her defasında inandırıyor, sanki gerçekten böyle düşünüyor! Bu kadar ciddi olma, diyor Kardeş. Herkesin kazanmak için şansı olmalı, kimseyi düşman görmeye, saldırgan olmaya gerek yok. Daha fazlasını söyleyemiyor, Ağabey öldürecek gibi bakıyor çünkü. Ama yine toparlıyor kendini, çok kontrollü.

Tatile çıksana arada, diyor Kardeş, zorlu bir işin tam ortasında, kafanı dinle biraz. Senin kafanı dinlersek... diyor Ağabey. Sonra da üzerine gidiyor. Nasıl okudun sanıyorsun! Sahip olduklarının değerini bilmiyorsun. Yitirirsen görürsün. Başını önüne eğiyor Kardeş. Hep güçlü gözüken Kardeş’in en güçsüz olduğu durumlar bunlar... Hayallerinden sarsılarak uyandığı, sersemlediği durumlar. Ağabey’e kızdığı ender durumlar. Okulu bitirip Ağabey’inin şirketinde işe başlamak üzere onu aradığında sekreterinden randevu almasını söylemişti Ağabey... Herkesle yaptığı gibi bir iş görüşmesi yaptılar. İlk sorusunu hatırlıyor Kardeş: Okurken neden çalışmadınız? Şunu soruyor sanki: Ben işleri yürütebilmek için canla başla çalışırken neredeydin? Şimdi benden iş mi istiyorsun? Alt seviye bir görevden başlatıyor onu Ağabey, ama Kardeş kısa sürede tırmanıyor, kerata gerçekten yetenekli...

El bebek gül bebek büyüdüğü, o kadar şımartıldığı halde öyle değilmiş gibi gözüküyor Kardeş. Onun şeytan tüyü bazen isyan ettiriyor Ağabey’i. İşi gibi ilişkilerini de tırnağıyla kazıyarak oluşturduğu halde Kardeş’in ilişki kurmadaki başarısını anlamlandıramıyor. Çabasız başarı olabilir mi? Ağabey önemli kademedeki insanlarla yakınlaşmak için aylarca onları yemeğe çıkarıyor, hediyeler gönderiyor, tavlamaya çalışıyor, sonra Kardeş’le tanıştırdığında adam ve Kardeş birbirlerine kısa sürede ısınıyorlar bir şekilde, Ağabey ikinci planda bırakılıyor. Kardeş’in bu kadar şanslı olmasıyla, ortalıkta efsunluymuş gibi dolaşmasıyla dalga geçiyor Ağabey: ‘Peygamber’ diye sesleniyor ona. Yine ikinciliğe mahkum ettin beni, diyor Kardeş, senden büyük Allah var, demeye getiriyorsun.

Oysa ilk gençlik çağları sayılmazsa kadınlarla ilişkilerde roller tersine dönüyor. Gençken kendisi kızların yolunu gözlerken, Kardeş’in yolunu kesiyordu kızlar. Oysa şimdi... Bazı kadınlar erkeğin kendisine sırf bedeni için kur yaptığını görmek istemez güzel olduğu yanılgısına saplanır, parası sayesinde ilgi çeken bazı erkeklerin kendilerini yakışıklı sanması gibi. Ağabey ne için ilgi çektiğini gayet iyi biliyor, kendini kandırmıyor. Pahalı fahişelerle yattıktan sonra onlara iki kat para veriyor kendini iki kat iyi hissediyor. Kardeş ise daha baştan yarısını teklif ediyor, reddedilmezse iki kat iyi hissediyor. O yüzden çevrelerinde her zaman bulunan, bir gidip bir gelen kadınlarla arası pek iyi değil Kardeş’in.

Teknolojiden haz etmiyor Kardeş. Ağabey ise tapıyor. Alaylı ve mektepli rolleri değişiyor burada. Geleceğe köprüler kurmak gerek, diyor Ağabey. Robinson adasına dönmüştü ama! diyor Kardeş. Eski güzel günlerden söz etmeye çalışıp Ağabey’in canını sıkıyor; eski, ölü demek, Ağabey için.

- Gelecek farklı bir yere mi götürüyor?

- Zamanın dışına çıkabilirsen beni de yanına aldır!

- Gelir miydin?

- Niye gelmeyeyim... (Hâlâ ciddiye almıyor.)

- Tamam, hadi bir haftalığına uzaklaşalım buralardan.

- ...

- Yeterince kazanmadık mı? Adamızda mutlu değil miyiz? Neden geçen gemilere el edecekmişiz?

- Böyle bir dünyada mutlu olmak lüks. Ben sefil mutsuzluklarım olmasın diye çalışıyorum, ay sonunu getirememek gibi.

- Şu anki paranla mı!?

- Ne biçim tüccarsın sen. Büyümezsen küçülmüşsün demektir. Şu anki param daha büyük işlere girmem için yetmez bana. Şu anda olduğumdan iki kat güçlü olmam için yetmez. İki kat güçlü olmazsam da, yarı yarıya zarardayım demektir.

- Ya sonra? Sonra da iki kat daha, iki kat daha...

- Ee, insan alışkanlıklarını kolay bırakamıyor.

- Hayal ettiğin bu mu peki? Bu muydu?

- İstediğim buydu... Hayal, dersen... Hayallerim olmadı... Senin hayalin ne ki?

- Benimki bir ütopya... Çocukluğuma dönmek...

- Bir daha dünyaya gelirsin... Sen inanırsın böyle şeylere...

- Ya sen? Bir daha dünyaya gelsen...

- Neden, bir daha ölmek için mi? Bana sorarsan cevabım hayır. Bu hayatımdan farklı bir hayat istemem, başarısız olduğum anlamına gelir bu.

- Belki evrende böyle bir ayrım yoktur, başarılı, başarısız...

- O zaman biz o evrende yaşamıyoruz.

- Okuduğun kitapları düşün. Başarılı insanların hayatları, savaş sanatları... O kitapları yazanlar, hayatını okuduğun insanlar... Onlar ölümsüz olmuşlar.

- Hangisi bunun farkında?

- Ama... Ölümsüzlük denilen bir şey var.

- Bu senin romantik mükemmeliyetçiliğin. Böyle bir şey yoktur. Üzgünüm ama seni de benden başka kimse hatırlamayacak.

- Şu tabloyu yapanı bugün hatırlıyoruz ama. Çünkü bu bir sanat eseri.

- Bence şans eseri! Hem böyle düşünüyorsun neden dolu para verdiğin o tablolardaki gibi bir sanat eseri üretmeye çalışmıyorsun?

- Denediğimi biliyorsun. Ama yeteneğim yok.

- Bu ressamın da olduğunu sanmıyorum. Sefalet içinde yaşamış.

- Seni etkileyecek olanı söyleyeyim: Bu tablo küçük bir servet değerinde.

- İşte senin sanatını bu yüzden anlamıyorum ya! Tekrar paraya çevrileceğini bile bile neden uğraşır insanlar sanatla...

 

Zeka geliştirilebilen bir şeydir; dikey bir büyüme gösterir ve bir sonraki basamak hep vardır. Karakter ise yataydır, gelişiminde bir büyüme söz konusu değildir, yayılmadan, genişlemeden söz edilebilir. Zeka ölçülebilir bu nedenle, karakteri herhangi bir ölçüye vuramazsınız. Zeka dağ gibidir, karakter deniz gibi... Ağabey bir dağcıya benziyor. Yalnız bir dağcı... Kardeş ise denizciye. Arada farklı limanlara uğramayı ihmal etmeyen bir denizcinin yalnızlığı onunki...

Bu kadar tezada rağmen aralarındaki uyum, ilginç. İpuçlarını izlemeye devam edelim ama biz. Kehanetin bizi götüreceği yer konusunda zamansız sorular sormayı bırakıp kendimizi ona bırakalım. Şimdi söyleyeceğime inanmayacaksınız. Ben gördüğümde inanamadım. Yaşamları bir kahin ile kesişiyor. İlginç değil mi? Birçok insanın gıpta edeceği türden bir yaşama sahip olanlar onlar değil mi? Geleceği görebilecek kadar güçlü sezgilere sahip olduğunu düşünen Ağabey değil mi? Etrafta ermiş gibi dolaşan Kardeş değil mi? Kendilerinden bu kadar emin insanlar kimsenin söyleyeceklerine ihtiyaç duymazlar, hele bir kahinin... Buna rağmen gelecekten haber almak istemeleri önemli bir ipucu. Onlara göre, kâr tahmini yapmak kolay, ekonomik gidişle ilgili öngörülerde bulunmak çocuk işi, hava durumu bile tahmin edilebiliyor, neden yaşam önceden görülemesin? Bunu eğlencelik bir şey gibi görüp, göstermeye çalışmalarıyla, ‘hayatta denemediğimiz bir şey kalmasın’ türü yaklaşımlarla birbirlerini ve diğer insanları kandırabilirler ama beni değil.

İnsanlar kahinlere neden giderler diyorsunuz? Belki de kötü çıkacak bir geleceği görmeyi neden isterler? Basit! Belirsizliği yok etmek için. Hoşa gitmeyecek bir gelecek, hiç geleceğin olmamasından daha tercih edilir bir şeydir. Bir hikayemiz olsun isteriz; girişi, gelişmesi ve sonucuyla. Sonu olmayan şeyleri sevmeyiz, sonumuzun ölüm olacağını bilsek bile nasıl öleceğimizi bilmek isteriz yine de. İnsan... Öleceğini bilen yaratık. Ölmektense sonsuza kadar acı çekmeyi yeğleyebilecek yaratık. İnsan... Kendi kendine işkence eden yaratık.

O kadar başarılılar ki bir şeyin ters gideceği endişesini büyütmeye başladılar belki içlerinde. Ağabey sezgilerin körelmesinden korkuyor belki, Kardeş bir gün gelip şansının yaveri olamamaktan... O yüzden geleceği bilmek için normalde görmezden gelecekleri bir yöntemi seçiyorlar. Bir şey daha denemek istiyorum yine de. Siz rahatınıza bakın. Ben şöyle biraz uzanacağım. Uzun sürmez, rüyalar dünyasına kısa bir yolculuk...

 

...

Evet, işte uyandım. Gördüğünüz gibi tek bir yöntemle kendimi sınırlamayı sevmiyorum. Bu işte uzmanlık, çok yöntem kullanıp, değişik açılar keşfetmektir. Böylece en doğru yorumu yapmanız kolaylaşır. Örneğin az önceki derin düşünce yöntemi çok işe yaradı. Artık iyice eminim. Ağabey ve Kardeş'in yatak odalarına kadar ulaştım düşüncelerimde, etrafta dolaşıp sık sık gördükleri bir rüyanın ipuçlarını topladım. Rüyalardaki görüntüler onları görmeye alıştığınız yatak odanızın duvarlarına siner, komodinin arkasına ya da yatağın altına saklanır, perdelerin kıvrımlarında dolaşıp siz onları tekrar görmek üzere uykuya dalıncaya kadar vakit geçirir, ne pencereden ne kapıdan kaçıp giderler. O yüzden birçok insan için yatak değiştirmek, rüyalarından ayrı kalmak yani huzursuzluk demektir. Ağabey-Kardeş'in rüyaları büyük bir şehir kadar ışıltılı. Birbirleriyle devamlı el sıkışan, bir yerden başka bir yere giden, cep telefonuyla konuşan insanlar, inip kalkan uçaklar, hesaplar yapan bilgisayarlar, gazete manşetleri, hızlı hızlı sayıların geçtiği elektronik panolar ve yine koşuşturan koşuşturan insanlarla dolu. Bunlar odaya girince hemen beni karşılayanlar. Geveze bir pazarlamacı gibi etrafımda dolandılar, beni etkilemeye çalıştılar ve çok canımı sıktılar. Ama onların en çok sevdikleri rüyaların bunlar olduğuna eminim. Yatağın altında karşılaştığım rüyalar sevişen bedenlerle ilgili. Bana bile iğrenç gelen görüntülere rastladım orada. "Bana bile" derken cinsel deneyimlerimden değil, derin düşünce yöntemiyle ilgili deneyimlerimden söz ediyorum. Yanlış anlaşılmasın!

Ama esas görmek istediğimi Ağabey'in odasındaki duvar lambasının içine saklanmış buldum. Eminim lamba hafif açık uyuyordur, korkusundan. Bu, Ağabey için sık sık gördüğü küçük çaplı bir kabus, benim için büyük bir ipucu: Yatağında uyuyor. Yazın en sıcak günü ama en serin gecesi, yorganını üzerine çekiyor -üzerinde bir şeyler olmadan uyuyamaz. İşlemeli, pahalı, gösterişli bir kumaştan yapılmış, zengin evinin yorganı... Gece giderek serinliyor. Üstünü örtmeye çabalıyor. Kafasına çekse yorganı, ayağı açıkta kalıyor; yan çevirse, her dönüşte sırtı açılıyor... Eviriyor, çeviriyor. Yüzüstü yatıyor, yan dönüyor, ayaklarını karnıma çekiyor, dertop oluyor. Boşuna... Bir tarafı, ummadığı bir yanı hep açıkta. Hava soğuyor. Yorgan kocaman, ama üzerine göre değil. Atmaya çalışıyor bu defa üzerinden. O da boşuna. O kadar ağırlaşmış ki. Sonra pes ediyor ve öyle kalakalıyor. Kalp atışları ağırlaşıyor, en derin uyku durumunda. Sabah ayazı. Vücudu soğuyor. Titriyor. Soğuk. Donuyor. Teni morarırken, yorgan da bir kefene dönüşüyor.

Kardeş de farklı düşünceler içinde değil: Otoyolda, birbirlerini sollamadan edemeyen, gidecekleri yere birkaç dakika daha önce gitmeyi beceri sanan, ‘yol verilmez, alınır’ diye düşünen sürücülerin kullandığı otomobillerle, kafileler halinde giderken; geçme ve geride bırakma isteğini ve tüm bunlara asıl çekiciliğini katan ölüm korkusunu ya da korkusuzluğunu paylaştığı bu insanların arasındayken, ara sıra, saniyenin binde biri gibi bir süre kafasının boşalmasıyla tüm duyularını etkileyen ve o dünyadan onu tümüyle uzaklaştıran tuhaf bir his... İstem dışı gaz pedalından ayağını çekmesine neden olan o tuhaf his. Nereye gidiyor? Bir başka kente, bir ihaleye, başarıya, kazanca, peki gerçekte nereye? O yüksek hızda direksiyonun tam ortasına kazınmış bir yazı her zamankinden fazla dikkatini çekiyor: Airbag! Daha fazla olan her şey, daha fazla olan başka bir şeyle dengelenmeli. Daha fazla hız, daha fazla güvenlik gerektiriyor. Ölümü yaşama bu kadar yaklaştırdığında artık sınır görünmez oluyor. Havayastığı. Önemli bir güvenlik önlemi! Ama onun için tek anlama geliyor: Kaza! Bir gün kaza yaparsan, bu seni koruyacak. Kaza yaparsan... Kaza yapman gerekiyor sanki... O havayastığı orada kaza yapmanı bekliyor sanki. Bir gün başını koyup öleceği yastık, bir havayastığı mı yoksa! Yanında oturan Ağabey ya da her kimse, yol açıkken -ve o kadar aceleleri varken- gaz pedalından ayağını neden çektiğini anlayamıyor...

Ticaretin sırlarını yaşayarak öğrendiler, peki yaşamın sırları yaşayarak öğrenilir mi? İşte böylece karar veriyorlar bir kahine gitmeye. Geleceklerini öğrenecekler. Böylece geleceklerine de sahip olacaklar, onu da kontrol edecekler.

Kahin konusunda şanslılar; o kadar para alıyorum, kötü şeyler söylemeyeyim, diyen şarlatanların; insanların gerçekte kötü şeyler duymak için geldiğini iyi bilip gelecek öngörülerini buna uyduran dalaverecilerin arasında, uydurmayan, gerçeği söyleyen bir kahine rastlıyorlar. Kahin lafı dolandırmıyor, doğrudan söylüyor.

- Sen, diyor Ağabey'e, yaşamda en değer verdiğin şeye sahip olacaksın... Sen de, diyor Kardeş'e, sen de tam tersi...

- Ne demek bu?

- En değer verdiğin şeyi, ölüm döşeğinde, kaybetmiş olacaksın.

Kardeş heyecanlı, korkak, ne yapılabilir?

- Reçete yok, olamaz. Olsa da okunamaz. Okunabilse de... Doktor reçetesi kadar işe yarar ancak!

Bir kahinin yorumunu yorumlamak bana düşmez. Tüm yorumlar ancak yaşamla doğrulanır ya da ancak yaşam haksız çıkarır bizi. Şu kadarını söyleyeyim, gelecek değiştirilebilir ama son hep aynı kalır. Yaşam, farklı kahramanlar ve olaylar yaratan ama aynı romanı yazmaktan kurtulamayan bir yazarın kurgusu gibidir... Geleceği öğrenmeye çalışmanın ne yararı var o zaman? diyorsunuz. Şöyle yanıtlayayım: Değiştirmeye boşuna çalışmadıkça, öğrenmenin hiç bir zararı yok.

Bir kahin vardı. Çok yakından tanıdığım biri. Rüyalarına giren bir kadından söz ederdi hep. Bir gün dayanamayıp bu hayalin peşine düştü. Kadınla hayatının birleştiğini gördü. Hem de ölüme kadar bir birliktelik. Buraya kadar bir sorun yoktu. Ama daha da ileriye götürdü işi. Kadının şu an neler yaptığını merak etmeye başladı. Yapmaması gereken bir şeydi bu. En azından o kadar kıskanç olduğu için yapmaması gerekirdi. Kadının bir erkekle ilişkisini gördü. O kadın sevgilisi olacak, ilerdeki eşi, biricik aşkı olacak... Nasıl yapar bunu? Seviştiklerini gördüğü gün çıldırmasına ramak kalmıştı. Kadına yüce duygular besliyor, kadın ise umursamazca başkasıyla birlikte! Ne çeşit bir aldatma bu? Hani bazı erkekler vardır, eski ilişkilerini bilmek istemezler eşlerinin; hayat kadınıyla evlenen birini düşünün... Neyse arkadaşım zor toparladı kendini. Gelecekteki güzel duygularına sığınmasını önermiştim, işe yaradı... Böylece onu her şeye rağmen sevdiğini de anlamış oldu. Yani gelecekte seveceğini... Neyse...

Ağabey ile Kardeş'e devam edelim. Her şeyi beklerlerdi ama kaderlerinin ayrılacağını değil. Ama eğer kehanet doğru çıkacaksa, Kardeş kaybedecek, Ağabey de kazanacaksa, bir şekilde ayrılmaları gerekir. Yoksa bu sonuç olanaklı olmaz. Kardeş'in düşüncesi her zamanki gibi centilmence: Ağabeyi zarara uğratmayacak. İşleri ayırmayı teklif ediyor. Ağabey'e göre bu, sermayeyi bölmek. Kardeş düşünüyor. Hiçbir hak talep etmeden işten elini çekebilir, sorun değil. Seni nasıl bırakırım? diyor Ağabey... Kaybedeceğim nasılsa! diyor Kardeş. Küçük bir iş kurarım kendime. Geçimimi sağlarım... Her zaman yanındayım, diyor Ağabey...  

Görüyor musunuz şunları, kehaneti gerçekleştirmek için el birliği ettiler sanki. İşte kaderin cilvesi... En çok karşı olduğun şeyi, yaparken bulursun kendini... Kendi üzerine yapılmış bir kehaneti bozmaya çalışan kahinin hikayesi geldi şimdi aklıma. Bu kahin çok hırslıymış. Dönemin ünlü kahininin yerine geçmek en büyük arzusuymuş. Bunu yapacağını zaten görmüş ama işi oluruna bırakması, doğru zamanını beklemesi gerektiğini görmezlikten gelmiş, gençliğinin verdiği heyecanla. O hırsla yaşlı kahine gitmiş ve geleceğini okumasını istemiş ondan. Yaşlı kahinin yerine geçeceğine emin ya, bunu onun ağzından duymak, böylece onunla dalga geçmek istemiş. Yaşlı rakibinden onun yerine geçmek için referans alacakmış yani aklınca! Görüyorum, demesini beklemiş. Benim yerime geçeceğini görüyorum. Yaşlı kahin gayet serinkanlı, sen, genç adam, demiş, güzeller güzeli bir kadınla evleneceksin. Ama mutlu etmeyecek bu seni. O güzel yüze her baktığında mutsuz olacaksın. Genç kahin sinirlenmiş bu kehanete. Duymak istediklerini duyamadığı için sinirlenmiş. Sonra aklınca müthiş bir fikir bulmuş. Yaşlı kahinin bu kehanetini ona karşı kullanacakmış. Çirkin mi çirkin bir kız bulup evlenmiş.

Güven kazanmak bir ömür sürer, kaybetmek bir dakika. Kim yanılgıya düşmüş bir kahine bir daha gider! Genç kahinin diğerinin yerine geçmesi uzun sürmemiş. Ama ünün saltanatını sürmesi de uzun sürmemiş. Birkaç yıl sonra bir gün, güzeller güzeli bir kadın gelmiş ünlü kahine. Öyle böyle güzel değil ama, yaşlı kahinin söylediği kadar güzel. Kadın geleceğine bakmasını istemiş kahinden. Kahin onu yemeğe davet etmiş! Ne yapmaya çalışıyorsunuz? diye sormuş kadın. Geleceğinize bakıyorum! demiş ünlü kahin, bu arada bir kehaneti de gerçekleştirmeye çalışıyorum. Kadın tahtına oturduğu yaşlı kahinin intihar ettiğini söylemiş. Üzüldüm, demiş ünlü kahin, ününü kaybetmek onu bu kadar sarstı demek!

- Hayır karısını kaybedecek olmasına dayanamadı.

- Karısı mı?

- Evet. Karısı benim.

- O zaman... bana geleceğinizi biliyordu...

- Geleceğimi tabi ki biliyordu. Siz hâlâ göremediniz mi?

Görememiş. Uzun bir süre daha görememiş. Çirkin eşini boşayıp güzel kadınla evlenmiş, sanki gizli bir emre uyar gibi. Artık eskisi gibi hırslı değilmiş. Hırssızmış. Kendini nasıl kısırlaştırdığını görmüş. Bırakın geleceği, geçmişi bile göremediğini görmüş. Gününü görmüş böylece. 

Ağabey ile Kardeş'e dönelim biz yine. Akıllarınca belirsizliği yendiler. Artık gidecekleri bir yolları var, farklı farklı olsa da. İşleri ayırmaya karar veriyorlar: Ağabey kendi yoluna, yani başarıya, daha fazla üne ve paraya; Kardeş ise kendine biçilen kadere. Yaşamları birbirinin etkisinden kurtulmaya başlıyor, böylece karakterlerinin birbirlerini dengeleyen yönleri ayrışacak, zıtlıklar ortaya çıkıp nefes almaya fırsat bulabilecek. Kahin görevini yerine getirdi.

Şimdi bir bakalım: Ticari hayatta bir çok krizi önceden görüp tedbirli davranarak şaşırtıcı başarılar göstermelerini sağlayan Ağabey, özel hayatında da aynı mantıkla hareket ediyor, zarar göreceğini bildiği bu işe girmiyor! Kaderine terk edilen kişinin kardeşi olması, yaklaştığını analiz ettiği bu krizi yok sayması için yeterli değil: Yapılması gereken yapılmalı! Hem her şeyi birlikte yapmaları gerekmiyor! Uçuruma düşeni kurtaramayacağını anladığında onu tutan elini gevşetmelisin. Hem alan da memnun, satan da. Ona iyilik ediyor aslında, tam olarak sıfırdan başlamadıkça hep eksik kalacaktı eğitimi. Bu ona ders olsun! Artık elindekilerin değerini bilmesini öğrenir. Kardeş'in üzgün görüntüsü sandığınız gibi Ağabey'e kırgınlığından değil. Üzgün, çünkü bugüne kadar olageldiği gibi kazancın heyecanını Ağabey ile paylaşamayacak. O, alçakgönüllü bir kabullenmişlikle, Ağabey'in yerinde kimin olsa aynı şeyi yapacağını, önemli olanın aralarındaki bağın korunması olduğunu söyleyerek onu haklı çıkartıyor. Bu tutum saflık olarak da yorumlanabilir, iyi kalplilik olarak da. Açıkçası sizin kadar ben de bilemiyorum henüz. Yaşam tadını kaçırmamak için kendini saklar çoğu kez. Ona uyalım, daha fazla zorlamayalım. Hem iki insanın can ciğer kardeş mi, kurt kuzu düşman mı olduğu bilgisi, yaşamın kara bulutlarının yoğun olduğu bölgelerinde yetişen bitkilerin meyvelerinden toplanır. Güneşli günlerde birbirini sevmek o kadar da zor değildir.

Görülen o ki, bizi saatlerdir uğraştıran bu yaşamlar birçok yöntem kullanan bir kahini bile zorlayacak derecede dallanıyor. Bu durum şunu açıklar; geleceği görebilmek, her şey demek değildir; o zaman kahinler dünyanın en mutlu insanları olurdu! Yaşamları ilginç bir seyir izliyor. Kahinin söylediklerinden sonra toprak altlarından çekilmiş gibi. Ağabeyin çalakalem yazdığı şu metni görüyor musunuz? El yazısındaki karakter dalgalanmaları çok açık. Sezgilerime yol gösteriyor: Kazanma hırsı... İşte bunu seviyordu. Dünyaya bunun için gelmiş gibiydi. Kazanacağı söylendiğinde her şey değişti. Kazanacaksa savaşmanın ne anlamı kalır? Hırsını kaybetti, yaşama sevincini! Yaşam bir haklı çıkma sürecidir; biri çıkıp da haklı olduğunuzu söylerse, süreç biter. Orta yaşta emekliye ayrılmış gibi hissedersiniz. Kendi yöntemlerinizle, kendi zekanızı kullanarak kazanmak istersiniz hem, bir kahin öyle söyledi diye değil, değil mi?

El yazısı kopuk kopuk. Kazanacağını bilmenin onu tüm endişelerinden kurtaracağını düşünüyordu. Sonra anladı, endişelerden kurtulmak iki ayağını birbirine dolaştırdı. Kendi kendine sorun çıkarma dönemi başladı! Ya hatalı davranır, bir şeyleri yanlış yaparsa? Her şeyi kaybederse? Bu kez de aşırı güvence arıyor. Kahin kazanacağını söyledi ama nereden biliyor? Bir kahine bakarak yaşam yönlendirilir mi? Yazı karakterinin sertleştiği şu bölümlere bakın. Hiç noktalama işaretleri yok. Paranoyak! Küçük bir hata milyarlar demek. Oysa böyle korkarak en büyük hatayı yapıyor. Korktuğu için kaybediyor. Çok para kaybediyor. Şimdi şaşkın. Hani kazanacaktı! Kahin öyle söylemişti. Peki ama kaybediyorsa? Demek kahin yanılmış! Öyleyse istediği gibi davranabilir, kendi yöntemleriyle savaşabilir. Kazanabilir! O zaman kahin haklı..! Ama söylediklerinin tersi çıkıyor! Demek ki kaybedecek... O zaman??!! Yoğun bir belirsizlik. Çok belli. Büyük harflerle başlıyor, küçük harflerle devam ediyor. Kelimeler sayfanın sağından hep dışarı taşıyor. Acizliğini duyumsuyor. Hiçbir şeyden emin değil. Tek bildiği servetinin mum gibi eridiği. Bir dakika! Bu Kardeş'in kaderi değil miydi?

Şimdi de Kardeş'e bakıyorum. Ağabeyine göre daha tutumlu, ipucu bırakma konusunda. Ama bu beni durduramaz. Ruhlar dünyası ne güne duruyor. Gelin şu masaya geçelim. Rehber bir ruh çağırayım. Korkmayın bir şey yapmaz. Şşt susun! Bakın geldi... Ey ruh... Kardeş'i soruyorum sana. Kaybetti mi, açıkla. Fincanı izle... E-V-E-T... Kahin bilmiş... Sevmiştim onu zaten! Fincan devam ediyor, ne geveze şey: H-A-Y-I-R. Nasıl? Sarhoş ruh! Fincanı bırak, gir içime. Evet! Evet! Hayır! Evet! Hayır! Hayır!

 

........

Sanırım bu, ruhla ilgili bir sorun değil. Kardeş'in iki ruhlu yaşamıyla ilgili. Şşttt! Sessiz olun! İç sesini duymaya çalışıyorum. Konuşturayım bakın size: İki ruhlu gibiyim. Hayır, iki ruhlu gibiyim! Bir gün yemeğini en gösterişli yerlerde yiyen zengin bir beyefendiyim; başka bir gün sevgilisine bir bankın üzerinde tost ısmarlayan biri... Bir gün villamda film yıldızları kadar ünlü politikacıları, kendilerini iş adamı diye tanıtan kalantorları ve sözde sanatçıları ağırlıyorum; başka bir gün mütevazı çatı katımda, oranın kirasının altından nasıl kalkabildiğimi soran gerçek dostlarımı... Bir gün kim bilir hangi hayır kurumuna milyarlar bağışlayacağım davetlerde herkesin bildiğini bildiğim fıkralar anlatıyorum; başka bir gün içkini al da gel partilerinde senaryosu yazılabilecek hayatları dinliyorum... Bir gün arabamı, geri getirmese küçük çaplı bir sermaye sahibi olacak görevliye teslim ediyorum, başka bir gün kıyıda bankın üzerinde içerken tanıştığım dostlarımla taksi parasını denkleştirmeye çalışıyorum.

Bir yanda evlenme teklifi yapmayı düşündüğüm sevgilim, büyülememek için nasılsa kaybedeceğim servetimden ona söz etmedim; diğer yanda kehanetin aksine giderek artan servetim: Katmerleşerek büyüyen yalanım. Nasıl böyle oldum! Her şeye yeniden başlamıştım. Azıcık sermayem vardı. Ağabeyimin ‘rakibe’ dedikleri gibi. Ağabeyimin onlardan korkmasına hiç anlam veremezdim. Çok haklıymış. Herhangi birisin benim olduğum ruh halinde olsaydı, Ağabey ondan çok çekerdi. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Karşıma bazı işler çıktı, şansıma. Az sermaye gerektiren, riskli olduğu kadar kazançlı da olabilecek işler. Yeni keşfedilmiş, ya da henüz bakir alanlar. Hepsinden Ağabey'e söz ettim. Benimle övüneceğini düşünüyordum. Hiçbirini önemsemedi. Hiç olmadığı kadar korkak bir dönemindeydi. Senin sermayen yeter, sen niye girmiyorsun? dedi. Ben de girdim. İş olsun diye! Tuhaf bir ruh halindeydim. Bu işler tam kaybedecek bir insana göreydi. Rakipsizdim. Cesaret diyorlardı, oysa boş vermişlikti. Zeka diyorlardı, oysa delilikti. Sezgileri çok güçlü, diyorlardı, oysa uyuşmuş bir haldeydim, tıpkı robot gibi. Kaybetmeye programlanmış bir robot. Ve giderek daha fazla kazandım. Her yeni işte, bu kez iflas edeceğim, diyor, bunu düşündükçe büyük bir istekle kabul ediyordum işi. Kaderimi kovalıyordum büyük bir güvenle. Güvendiğim dağlara karlar yağdı. Nasıl oldu bilmiyorum ama bir türlü iflas edemedim.

Sevdiğim kadına ne diyecektim? Bir servetim var ama hemen sevinme, onu kaybedeceğim... Hoş onun, benimkinin tam tersi “parayla mutluluk olmaz” türü bir saplantısı vardı. Parasız nasıl mutlu olacaktık peki? Tamam, azalmak şöyle dursun giderek artıyor ama sakın buna alışma!!! Yokluk mutluluğumuzu bozamadı, varlık bozabilir mi? Bir doğum hastalığıymış gibi taşıdığım paradan, bir ur gibi büyüyen servetimden, yalanımdan nasıl söz edecektim ona! Hem ya beni servetimden etkilenerek bağışlayacaksa... “Beni terk etmeyeceğini biliyorum... Ama ne olur terk etme beni.”

Çoğu duygu içimizde böyle karmaşık bir formda dolaşır. Düşünceleri okumayı herkese tavsiye etmem o yüzden. Kardeş'inki zor bir durum. Ama gereksiz yere korktuğu gibi terk edilmeyecek. En iyi suda gözükür kadın! Bir iplik parçası attım suya. Kıvrıldı kıvrıldı, yılan gibi... Terk etti, terk edemedi... Terk  etti, geri döndü. Sonunda bir kalp şekli oluştu. Basit ama gerçek! Seven bir kadının kalbi bu. Kararsızlığı içerisinde gayet kararlı! Mutlu bir birliktelik yansıyor suya... Ölüm onları ayırana dek!

Evet, sırasıydı. Ağabey-Kardeş. Kararsızlıklar içinde bocaladıkları dönemde aralarındaki ilişki eskisi gibi canlanıyor. Kahinden konuşuyorlar. Ağabey sinirli. Kazanacağını bildiği için kaybettiğini düşünüyor, kahini suçluyor. Kardeş ise kaybedecekken kazandı. Söylediklerinin tam tersi çıktı. Ya yanlış baktı, ya da karıştırdı. Bunu öğrenecekler.

Kahin onları bir kez daha düş kırıklığına uğratacak. Çünkü baksa baksa ancak kendi falına bakabilir artık. Görüp göreceği de karanlık. Yaşlı, gözleri iyi görmüyor. Ama tanıyor onları. Geleceklerini görmüş. Geleceklerini mi? Kahin artık sorulardan bıkmış, ama hadi sorun bakalım.

- Hangimiz kazanacağız? Hangimiz kaybedeceğiz? Hatırlayın... Ya da tekrar bakın.

Bakıyor kahin. Görmesi pek mümkün değil. Ne gücü yerinde, ne algıları keskin, ne de hisleri eskisi gibi. Ama mantık; yalan yanlış bedeni en son terk eden: Kazanacak olan, kazanacak gibi görünendir! Sen diyor Kardeş'e, sen kavuşacaksın istediğine, sen diyor diğerine, kaybedeceksin...

- Tersini söylemiştin yaşlı kahin.

- Öyle mi? Öyle söylemişsem doğrudur!

- Ama o söylediğinin tersi çıktı.

- İnsan olan yanılır.

- Yanıldığını kabul mu ediyorsun?

- Ben mi!? Ben asla yanılmam! Yanılan sizsiniz. Emin olduğunuz şeyden şüphelenmeyi öğrenin.

Yaşlı kahin! Kafalarını karıştırmayı yine başardın. Kehanetin doğruluğundan şüphelendiler de kendilerinden şüphelenmediler. Kehanetin gerçekleşmesinin önünü kestiklerini göremediler. Senin hatan aslında, kehaneti ancak ona inanırlarsa gerçekleştirirler, bilmiyor musun? Oysa Ağabey kimseye inanmaz. Kazanacağı söylense bile inanmaz. Sana gizli bir hayranlık duyuyor, ama kendi sezgilerinin önüne koyamadı kehanetini. Sezgilerin de bir tür kehanet olduğunu bilmiyor. Başkasına inanmayı seçemedi. İnatçı! Söylenenin tersini yapmak da, söylenenin etkisiyle hareket etmek değil mi? Yeni uyandı. İnatla söylediğinin tersini yaparak etkinden kurtulduğunu düşünüyor. Ne düşündüğü önemli değil, kuvvetle düşünüyor bunu! Artık kazanacağını biliyor, sen öyle gördüğü için değil, bildiği için... O kadar biliyor ki artık Kardeş'le ilgili bir kehanette bile bulanabilir. Farkında değil ama onu gerçekten etkilemişsin, baksana başkalarının geleceği üzerine kahinlik taslamaya kalkıyor...

Yaşlı bir kralın yönettiği bir kabile, tarihlerini yaşarken bir yol ayırımına gelmiş bir gün. Yaşlı kral karşısında birbirlerinden ayrı yönlere uzanan iki yola kısa bir süre baktıktan sonra sağdan gideceklerini söylemiş. Kabile tam oraya doğru yönelecekmiş ki genç bir adam çıkıp kralı dinlememeleri gerektiğini söylemiş. Kabiledekiler aralarında konuşup tartışmaya başlamışlar, bazıları yaşlı krala gönül bağıyla bağlı olduklarından sağ tarafa gidilmesi gerektiğini söylüyor, diğerleri sol tarafın da güçlü bir olasılık olabileceğini düşünüyormuş. Yaşlı kral bu tartışmaları kolunu sertçe kaldırarak kestikten sonra genç adama sormuş: Peki sen genç adam, sen ne tarafa gitmemizi öneriyorsun?

Genç adam biraz bakınmış, gözlerini kısıp iki yönün ufkunu taramış, bulutları ve toprağı incelemiş, kafasında bazı hesaplar yapmış, sonra elini kalbinin üzerine koyarak kendinden emin bir ifadeyle buyurmuş: Sağ tarafa gitmeliyiz. Herkes yaşlı krala bakmış, ne de olsa henüz lider oymuş. Yaşlı kral düşünmüş, taşınmış, havayı koklamış, bir sağ, bir sol yöne doğru bakmış, elini ıslatıp rüzgarın yönünü saptamaya çalışmış, Evet, demiş sonunda, doğru söylüyor, sağ tarafa gitmemiz gerek, ben yanılmışım. Ancak ondan sonra sağ tarafa sapmışlar.

Baştan beri söylediğim gibi, kahinin haklı olduğunu hissediyorum, Kardeş hayatta en değer verdiği şeyi kaybedecek. Oysa Kardeş’in sıfırdan başlayıp eskisinden de güçlü olmasını sağlayan ticari zekasının, okulda öğretilenlere Ağabey’in öğrettiklerini birleştirerek oluşturduğu işadamı duruşunun gösterdiği şu ki; Kardeş’in bu kazandıklarını kehanetle mehanetle kaybetmesi zor. Ağabey bunu görüyor, kafası eskisi gibi çalışıyor artık, yani zehir gibi! Vardığı sonuca bakar mısınız: “Buldum! Karını kaybedeceksin!”

Başını iki yana sallıyor Kardeş, farkına varmadığından değil, kabul etmek istemediğinden, böyle açıkça söylenmesini istemediğinden. Bazı hislerin (örneğin aşk) kalpten dile getirildiğinde gerçekliklerini yitirmesi gibi, bazı korkular da (örneğin ölüm) kalpten dile getirildiğinde gerçeklik kazanır. Ağabey geleceği görüyor, evet, ama bilmiyor: Bazı kehanetler hiç söylenmemeli! Acemi bir kahin yapar bunu ancak, ya da kötücül bir insan...

Bir gün korkak bir adam, bir kahine gitmiş. Kahinin odası loş, korkutucu eşyalarla dolu. Loş ışıkta odadaki biblolardan, maskelerden daha korkutucu kahinin yüzü. Adam daralarak oturmuş kahinin karşısına. Kalbi o kadar hızlı çarpıyormuş ki kahin hemen bir şeylerin ipucunu yakalamış. Adamın suratına endişeyle bakmış ve ona geleceğini söylemiş, tek bir cümle! Kehanet gibi değil de dostça bir uyarı gibi! Tabii adam onu duyacak durumda değilmiş. Bir an sonra yere yığılmış. Canının çıktığını görmüş kahin, öldüğünü görmüş. “İşte... Ben demiştim.”

Görüyorum. Yoruldum ama gayet net görebiliyorum. Hava gayet açık. Yıldızlar sırlarını vermeye istekli. Bir yıldız kayıyor. Şurada bir tane daha... Oluşan şekilleri görüyor musunuz? Dikkat edin, bir saniyede oluşur ve kaybolurlar, film kareleri gibi art arda ama biraz dağınık, birleştirmeyi beceremezseniz anlamsızlığı seyredersiniz. Yıldızlar önemsiz ayrıntılar için parlamaz. Hikayenin sonunu görebiliyor musunuz? Artık onları en az benim kadar iyi tanıyorsunuz? Bir yıldız daha kayıyor. Bu, Ağabey. Şu yorgun bedenine bak. Yaşlı ve hastasın... Ölüm döşeğindesin. Zamanın geldi! Beni duyacağını sanıyorum artık, ruhlar dünyasına çok yakınsın, hissediyorsun! Kuru kuru yutkunuyorsun. Düşünceler daha fazla geliyor üzerine. Kardeş yanında. Şuna bak; başarılı, saygılı ve âşık. Ya sen! Ne yaparsın, hayat da ticaret gibi, biri kaybediyor biri kazanıyor! İşte seni kaybediyor karısından önce!

-Evet, işte seni kaybediyorum karımdan önce. Seni, hayatta en değer verdiğim şeyi!

-Ya ben, ben ne kazandım? Bundan benim kazancım ne?

 

Tüm hayat boyunca farkına bile varılmamış duygular ortaya dökülecek, paylaşılmamış sırlar ölüm döşeğinde açıklanacak... Siz onlar için böyle bir son görebiliyor musunuz?

Yazın bunu. Biriniz yazın. Sonlarını kafanıza göre bitirin. Kahini haklı çıkartın ya da haksız. Bu sizin elinizde! Ne olursa olsun, iyi bir öykü olabilir. İyi yazılırsa tabii. Ben kötü yazarım. Birçoğunun kötü kahin olduğu gibi.