YOLCULUK
Yolculuğumun ilk bölümünü, sonraki bölümlerde neler yapacağımı planlamaya ayırdım. İşin en gerekli ve keyifli aşamasının bu olduğunu hissediyordum. Gerekli, çünkü hem tüm yapacaklarımı bir düzene oturtacak, hepsine doğru ve gereken zamanı ayırmayı planlamış olacaktım, hem de her şeyi kuşbakışı bir gözden geçirip işe ısınacaktım. Keyifli, çünkü henüz bir şey yapmayacaktım.
Sonuçta yapacaklarım, beni büyük bir sorumluluk altına sokacak zor bir dönemi gerektiriyordu. Keyif yönü daha fazla olan birkaç uğraş da eklemiştim tabii. Bunlar esas işimden bunalınca, daha küçük de olsa başka başarılar kazanıp, başka heyecanlar yaşayıp kendime güvenimi tekrar kazanmam ve esas işe aynı coşkuyla dönmem için dahil edilmişlerdi listeye.
Böylece ilk bölümü yaşamaya başladım. Büyük yolculuğa çıkmadan önce gemimin rotasını aşağı yukarı saptıyor, uğranabilecek yerleri belirliyor, kurtarma sandallarını ve can simitlerini denetliyor, gündelik hayat için gerekli ve eğlenceli diğer şeyleri depoluyor, bu arada liman içinde bazı küçük ısınma turlarına çıkıyordum.
Bu hazırlıklarımı izleyen bazı tanıdıklarımın bana imrenerek bakmalarını izliyor, kutlamaları tekrar tekrar kabul ediyordum. Yeni tanıştığım insanlara yapacaklarımı anlatıyor ve bana bir kat daha ilgi duymalarını zevkle gözlemliyordum. Onlara bazen kendime ne kadar güvendiğimi hissettiriyor, bazen de içimdeki küçük, küçücük de olsa göz ardı etmediğim endişemi fark ettiriyordum.
Hazırlıklarım tamamlanır gibi olduğunda yeni eksikler buluyor, bu kez onlara zaman harcıyor, denetlediğim şeyleri tekrar tekrar denetliyor, planlardan emin olmuyor ve tekrar tekrar gözden geçiriyor ama deneme turlarımı liman ağzından daha ötelere götürmemek konusunda kesin bir kararlılık sergiliyordum.
Bir yıl geçtiğinde, yani yolculuğum için ayırdığım sürenin üçte birini geride bıraktığımda, planlar belli bir kesinliğe ulaşmış, hazırlıklar neredeyse tamamlanmış, deneme turları belli bir olgunluk düzeyine erişmiş ve insanlar artık yola çıkmam konusunda ısrar etmeye başlamışlardı. Tam bu sırada bir parti vermenin doğru olacağı kanısına vardım. Yolculuğumun birinci yılını kutlama partisinde bütün tanıdıklarım, tanımadığım ama tanıdıklarımın beni bu bir yıl içinde az çok anlattıkları ve benimle tanışmak isteyen insanlar, toplandık. Çevrem bana umutla, kıskançlıkla ve aşkla bakan bu kadar insanla çevriliyken yapmam gerekenlerin yükü omzuma daha bir bindi ve yolculuğumun amacının sadece kendi hayallerimi değil bu insanların da hayallerini gerçekleştirmek olduğunu anladım. Bu sorumluluk hissiyle partinin ilerleyen dakikalarında kendi içime çekilmem, gecenin ve bir yıl boyunca geceli gündüzlü çalışmalarımın verdiği yorgunluk olarak yorumlandı... Orada herkesin önündeki, beni çıkardıkları kürsüdeki, insanlarla tanıştırmak için çektikleri köşelerdeki o gururlu ve düşünceli adamın o an yeni kararlara varmak üzere olduğunu kim tahmin edebilirdi...
Sonraki bir yıl yapayalnız ve çok hızlı geçti. Düşünülecek o kadar çok önemli şey, o kadar çok ayrıntı vardı ki herhangi bir uğraşla zaman kaybedemeyecek ve herhangi biriyle görüşemeyecek kadar az etki altında kalmam gerekiyordu. İnsanlar, belli etmeseler de umutlarını bana bağlamışlardı ve tam olarak ne istediklerini bulmam için kendi içime bakmam gerekiyordu. Çok az insanla görüştüm, çok az çıktım kamaramdan, az çok ilgilendim yolculuk hazırlıkları, rota ve diğer planlarla...
Zaten yolculuk hazırlıklarıyla geçen bir yıl boyunca çok da önemli şeyler yapılmamış, ne eksikler tamamlanabilmiş, ne rota hiçbir sorunla karşılaşılmayacak derecede doğru bir biçimde önüme serilmiş, ne de varacağım yerin koordinatları belli olabilmişti... Tüm bunlar için yolculuğa çıkmak ve gitmek gerekiyordu sadece, yoksa günler, haftalar, aylar boyunca planlar yapmak değil... Geçirdiğim ilk yıl, bunu anlamama yardımcı olması bakımından değerliydi.
Bu yüzden işte, sonraki bir yılı kendi içime yaptığım yolculukla geçirdim. Gerçi yine yolculuğun kendisi değildi bu, demin söylediğim gibi yine bir tür hazırlıktı sadece ama bir önceki yıl gereksiz maddi hazırlıklarla harcadığım zamanı kazanmaya yönelik bir içsel hazırlık dönemiydi. Yapacağım onca işi, taşıyacağım onca sorumluluğu, alacağım onca yolu düşünmekle geçirdim bu bir yılı. Sadece düşünmek, ulaşacağım yere kağıt üzerinde değil, düşüncelerimde ulaşmak... Geçen yıl gemime koyduğum onca gerekli alet edevatın, yiyeceğin içeceğin ve her türlü hava şartına dayanıklı giysilerin yanına, bedenimi amacıma ulaştıracak onca şeyin yanına, ruhumu koymakla, önderi olduğum ortak hayalleri taşıyan ruhumu yolculuğa hazır duruma getirmekle geçirdim bu bir yılı.
Yolculuğumun ikinci yılını kutlama partisinde daha durgun ve oturaklı ama daha istekli ve kararlıydım... Artık önümde daha önceden öngördüğüm tek bir yıl kalmıştı, planladığım yolculuğumun gerçekleşmesi için...
Yolculuk hazırlıklarımın ikinci yılını kutlama partisinden sonraki gün ne yaptığımı tam olarak anımsamıyorum. Sonraki haftayı da herhalde dinlenip güç toplamak için harcamış olacağım... İlk ay herhalde birkaç resmi işle ilgilenerek geçti, öyle sanırım. Altıncı ayın sonunda, belki de beş ya da yedinciydi, hâlâ neden yola çıkmamış olduğumu tam çıkaramıyorum. Çıkarabilseydim, o bir yılın, öngördüğüm üç yılın sonuncusunun bitip de üzerinden birkaç yıl daha geçtiğini bana anımsatan tek gerçek dostuma o cesur lafı ederken daha güvenli olurdum: "O en ince ayrıntısına kadar saptadığım planları anımsar anımsamaz, ruhumu bu planlar doğrultusunda tekrar eğitir eğitmez ve bir zamanlar çevremi saran insanların desteğini tekrar kazanır kazanmaz, işte o zaman dostum, artık bu yolculuğa çıkma zamanıdır."
ATLANTİS
"Hayat başkalarını ikna etme değil, kendi kendini haklı çıkarma sürecidir."
Köprüdeki trafiğin nedenini öğrenip de taksiden inerken, bunu söylemedim, taksicinin de duyabileceği bir tonda şunu söyledim: "Doktor, iyi olacak hastanın ayağına gelirmiş!"
Otomobillerin arasından geçerken, ne kadar güzel, güneşli bir günün sonları olduğunu düşündüm. Bir de birazdan buluşacağım kadını. Yolun kenarına yarım saatlik bir kalabalık toplanmıştı. Bulunduğum yerden servis yoluna inmeden adama şöyle bir baktım, tanımaya çalıştım. Kalabalığı yarıp geçmem zor olmadı, çünkü halktan insanlardı toplananlar ve giysilerime saygı gösterdiler. Polislerin yanına geldiğimde adamın sesi artık duyulur olmuştu. “Yaklaşmaya kalkmayın, yoksa atarım kendimi.”
“Olumlu” dedim içimden, “atlamaya niyeti yok. İkna edilmeyi bekliyor.”
Polisler ve halktan birkaç kişi adamın karşısında el kol sallamalar, bağrışmalar, itişip kakışmalar, yaklaşma denemeleri gibi tümüyle güvensiz, soğukkanlılıktan ve ustalıktan uzak davranışlarla bir ortak nokta bulmaya, konuşmaya çabalıyorlardı.
“Hayat beni haksız çıkardı hep” diyordu adam. “Yapacak bir şeyim yok. Umudum kalmadı..."
Önümdeki polisi de geçtikten sonra yüksek sesle ama bağırmadan şunu dedim: "Hayır..."
Hemen sonra ben olay yerine ulaşmadan önceki gürültünün hızla azalıp yok olmasını bekledim birkaç saniye. Rüzgarın uğultusu, bir geminin düdüğü, belki bir korna sesi ve orada olduğumu fark edememiş birkaç kişinin uzaktan belli belirsiz bağırışlarını dinlettim kalabalığa.
Ve konuşmaya başladım, hayatta benimkilerden başka gerçek yokmuş gibi sözcüklerin üzerine basa basa.
"Hayır... Hayat sandığın kadar kötü değil. Aksine...”
Sonra da hayatın güzelliğiyle ilgili o her zamanki etkileyici lakırdıları sıraladım.
Adam biraz durdu, başı önüne eğildi. Kısa konuşmam kalabalık üzerinde de o kadar etkileyiciydi ki, bu duraksamanın iyiye işaret olduğu konusunda hepimiz aynı fikirdeydik. Adam başını kaldırdı, şaşkın şaşkın baktı bize ve ağzından belli belirsiz şu sözcükler döküldü. "Bense her şeyi ne kadar da kötü görüyordum..."
Herkes rahat bir soluk aldı. Güvensizlikleri yok oldu, gülümseyerek yaklaşmaya başladılar adama. Birazdan onu yakalayıp, fikrini değiştirmeden kurtaracaklarına emindiler. Tek ben, adamın gözlerinden anladım, anladım diyemeyeceğim, tam olarak anlamadığımı itiraf edeceğim, kuşkulandığımı söyleyeceğim sadece. Adamın sözlerini bitirmediğinden kuşkulandığımı söyleyeceğim.
"Demek hayat gerçekten bu kadar güzel... Demek yine yanıldım... Demek yine haksız çıktım..."
Dedi... Dedi ve günümü karartan, bugüne kadar okulda ve sonrasında öğrendiğim her şeyi, hocalarımın ve onca iyileştirdiğim hastanın övgü dolu sözlerini anlamsızlaştıran, uzmanlık konumun intihara eğilimliler olmamasının hafifletemeyeceği bir yükü meslek hayatım boyunca sırtıma yükleyen, beni hayatla ilgili daha derinlemesine düşünmeye ve başta söylediğim tarzda felsefeler yapmaya iten o hareketi yaptı, atladı.
Arkasına, beni ne halde bıraktığına bakmadan atladı.
PARAŞÜT
- Arkadaşlarım dürbünle bizi gözlüyorlar şu anda, aşağı inerken de sizi izleyecekler, ineceğiniz yere ulaşmaları en fazla on dakika sürer, endişelenmeyin o yüzden...
Bilmem kaç fitte yol alan uçakta, sırtımda paraşütümün ağırlığıyla dengemi kaybetmemeye dikkat ederek yere çömelmiş ayakkabımı bağlıyordum.
- Endişelenmiyorum zaten...
Sanırım onu endişelendiren de buydu, hiç heyecanlı gözükmüyordum. Bende bir tuhaflık olduğunu baştan sezmişti. Bu paraşütle atlama kursuna katılanların hepsi her ne kadar doğal davranmaya çalışsalar da bu aşamaya geldiklerinde çılgınca bir şey yaptıklarını bir kez daha düşünmeden edemiyorlardır eminim; soğukkanlılıktan öte, evrakları kontrol eden memur tavırlarıyla teçhizatlarını kontrol eden benim gibi birine rastlanmamıştır her halde. Teorik eğitim sırasında da belli etmemeye çalışsalar da dönüp dolaşıp işin tehlikeli yönü hakkında sorular soran diğer kursiyerlere oranla pek ilgili bir görünüm sergilememiştim açıkçası.
Hocam, atlamasına yardım ettiği insanların neler hissettiklerini hep merak ettiğini söylemişti. Aşağıda hava atanların yukarıda bazen gerçek bir korkağa dönüştüklerini, vazgeçip atlamadan geri dönenler olduğunu; gururuna yediremeyen, korktuğunu belli etmeyip bi’ gayret atlayanlarınsa aşağıda soğuk sarı yüzleriyle karşılaştığını anlatmıştı.
Paraşütün açılmama olasılığının çok çok az olduğunu, nitekim bugüne kadar ufak tefek aksiliklerin dışında önemli bir kaza olmadığını söyledikten sonra, yüzünü buruşturarak genellikle kursiyerlere bu tür konulardan bahsetmediğini de eklemişti.
Bunu normal karşılamıştım: Uyarmaya evet ama korkutmaya hayır. Evet, hissedilen yoğun bir heyecan, zaten amaç da bu, ama daha fazlası işin zevkini kaçırır. (Hocama göre benim gibi bir insan da işin zevkini kaçırıyordu sanırım.)
Gerçekten de kendini ilk kez boşluğa bırakacak bir insana göre epeyce umursamaz gözüküyordum. Sıkılmış olabileceğimi, korkudan değil de aradığım heyecanı bulamamaktan vazgeçebileceğimi düşünmüş olabilir. “Atlayayım da bitsin” diye atladığımı sanmış olabilir. “Özgürlüğü tam olarak tatmak için” diyerek tek başıma atlama isteğimi zar zor kabul ettirdiğim halde, her olasılığa karşı, onu fark edemeyeceğim bir yerde uçacağına söz verip, benimle atlamayı bir kez daha teklif ettiğinde, ona amacımdan söz etmek istediğimi anımsıyorum. Sonuçta arkamda bir mektup dahi bırakmadığımı da o zaman düşünmüştüm. Mektup bırakacak bir yakınım olduğundan değil sadece öyle yapıldığını gördüğümden. Aklımdan geçenleri birine anlatma ihtiyacını o zaman hissetmiş olabilirim. Tabii böyle bir açıklamanın planlarımı bozabileceği riskini düşünerek hemen vazgeçmiştim. Yani sanırım öyle olmuştu, çünkü şimdi düşündüğümde başka bir neden bulamıyorum. Kafam biraz karışmıştı çünkü. Evet, sanırım ben de biraz heyecanlanmıştım.
Neyse, atladım. Hoş duygularla iniyorum yere, amacıma doğru. (Hoş duygularla mı?!) Yaşamımın bir türlü peşimi bırakmayan geçmiş yılları geldi aklıma. Beni buraya kadar sürükleyenler, daha ileri gitmeme engel olanlar. Mutlu günlerim dahil yaşamım...
Evet, mutlu günlerim oldu. Zaten sorunum bu. Keşke hiç olmasaydı. O zaman onları özlemezdim. Onlara bir daha asla ulaşamayacağımı düşünerek intihara karar vermezdim böyle. Burada olmazdım! Komiktir, aslında burada değildim. Burası bir yer değildi ki. Hiçbir yerdi. Mutlu etti bu beni. Evet, mutluluğu tanıyordum, deneyimlemiştim onu. Mutluluğu tanımasaydım, mutlu olduğum yanılsamasıyla ya da hiçbir şeye aldırmadan yaşamıma devam edebilirdim. Öte yandan, mutluluğu tanımasaydım, şu an mutlu olduğumu fark edemezdim... Şu an yerden, her gün çok da önemsemeden bastığım topraktan uzaktayken, tüm planlardan, yapma etmelerden, iyi kötü sonuçlardan, nedenlerden, evet ve hayırlardan uzaktayken... gökyüzündeyken... yerçekimi yokmuşçasına uçuyorken...
- Uçmak mı? Sen düşüyorsun...
- Yok canım. Aşağı doğru uçuyorum!
Burada düşünüyorum ilk olarak, ilginçtir: Benim intiharım uçaktan boşluğa atlamak değil. Benim intiharım paraşütümü açmamak. Paraşütü gereksiz bir yük olarak düşünmüştüm hep. Kimseyi şüphelendirmemek için mecburdum buna, hayattaki son zorunluluğum, uyduğum son kural. Çıkarıp atarım istersem. Ama şu an bunun bir anlamı yok. Çünkü şu an paraşütün bir ağırlığı yok, hayatımın en hafif yükü, en sempatik zorunluluğum. Sempatik çünkü koşup koşup birazdan dünyayla kucaklaşacağım ve o da bunu çabuklaştırıyor, o yok-ağırlığıyla. Onsuz atlamış gibiyim, halbuki sırtımda.
Gökyüzünde, boşlukta olmak bu işte...
Uçaktayken hayattaydım. Yere vardığımda öleceğim. Burada kalmaya karar veriyorum.
Uçaktan atlayarak intihar etmeye bir anda karar verilmeyebilir. Ama benimki gibi bir durumda paraşütünüzü açıp da başarıya ulaşacakmış gibi gözüken intihar girişimini engellemeye bir anda karar veriyorsunuz. Paraşütümü açar açmaz ilginç bir şey oluyor, paraşütüm hiçbir terslik olmadan açılıyor, ben yukarı çekiliyor gibi hissederken, bir kütle yanımdan şimşek gibi geçiyor, yere doğru. Hocam bu! Yeryüzüne o kadar yaklaşmışız ki, birisi bu yükseklikte hâlâ paraşütünü açmamış olamaz, tabii intihara eğilimli değilse! Bir an düşünüyorum, belki o da yıllar önce benim gibi düşünerek bu işe girişmişti, ve şimdi olduğu gibi her defasında vazgeçti.
Gülümsediğimi fark ediyorum. Beceriksizce olduğunu düşünüyorum.
Arkasından yere indiğimde hocam paraşütünden beni kıskandıracak bir ustalıkla kurtulmuş yanıma geliyor. Paraşütümü beceriksizce toplamaya çalışmama yardım ederken suratıma tuhaf tuhaf bakıyor ve birşeyler söylemeye çalışıyor. Suratında, en başta anlattığı o kendini cesur sanan korkakların ifadesini ve soğuk sarı rengini taşıyor. Ve tabii biraz daha fazlasını, epeyce fazlasını... Kursun paraşüt toplama dersiyle neden hiç ilgilenmediğimi ona anlatmalıyım sanırım.
KOLYE
Kolye, fırlatılıp atıldığı o durağın tepesindeki yerinde günlerdir duruyor. Kimse onu görmüyor, önlerine ya da yere bakmayı tercih ettiklerinden. Birkaç çocuk ve bir pasaklı kadın hariç. Her defasında ilk durduğu gibi bir kenarı aşağı sarkar biçimde yerleştiriyorum, onlardan kurtararak. Çocuklardan birine ve kadına para vermem gerekti ama diğer çocuğa yukarıdaki balkonu göstererek ‘karımın boynundan düşmüş’ olduğunu söyledim, yetişip almaya geldiğime inandığından geri verdi. Kimse sormuyor, nasıl düşebilir bir kadının boynundan iki yakası da birbirine kavuşmuş bu haldeyken, diye. Balkona bile bakmadan tüm saflığıyla “Ame ben buldum!” diyen ilk çocuk parayı görünce gülerek avucuma bıraktı da pasaklı kadın “Senin olan bir şeye niye para ödüyorsun?” diye sordu. “Parayı sen istiyorsun!” dedim, “Ben de o kolyeyi istiyorum”. Aşağılar gözlerle baktı, “Parayla her kapıyı açamazsın” türü bir laf da etti, ama parayı koynuna sokmayı ihmal etmedi. Giderken geri dönüp kahkahalar içinde “Dikkat et karın da düşmesin!” diyerek komikliğini bile yaptı.
Neyse, size anlatacağım olay geçen gün gerçekleşti. Bir adam uzaktan tam da ona bakarak geldi. Güneşte parlamasını falan görmüş olacak, yoksa dibine kadar gelip yukarı bakmak kimsenin aklına gelmez... Uzaktan görünmesine görünüyor aslında. Ya da bana öyle görünüyor! Adamın dikkatini takdir etmem gerektiğini düşündüm, ama adamın onu almaya gelecek insan olduğunu düşünmedim, onu yakıştıramadım kolyeye... Yanına gittim ve karımın onu düşürmüş olmasıyla ilgili palavrayı anlattım, adam hiç inanmış görünmedi. “Neden palavra atıyorsunuz?” dedi. “Efendim?” dedim. Nereden biliyordu palavra attığımı... “Neden palavra atıyorsunuz dedim” dedi. “Onu buraya ben attım.”
İşte tam anlamıyla bir palavraydı bu. O an mı geliştirmişti? Yoksa uzaktan görüp almayı aklına koyduğunda mı düşünmüştü, kolyeye sahip çıkmaya çalışan birisi olursa kendisinin bir palavraya ihtiyaç duyacağını? “Nasıl atmış olabilirsiniz ki?” dedim. “Ve niye?” Açıkçası ne yanıt vereceğini merak ediyordum.
“Sizi neden ilgilendiriyor ki...” dedi. Kaçamak bir yanıt gibi gözükse de kolyeyi sahiplenmişliğini ve bana açıklama yapmasının bu nedenle gereksizliğini belli ettiği için aslında güçlüydü. Sonra söyledikleri ise daha güçlü.
“Hem siz söyleyin neden palavra attığınızı esas? Karınız düşürmüş de... Nasıl düşürebilir ki? Bakın herhangi bir kopma yok, klipsi de açılmamış. Bıraktığım gibi duruyor.”
“Boynundan düşürdüğünü söylemedim ki, elinden düşürmüş olabilir.” Epeyce hafif kalmakla birlikte bulabildiğim en iyi palavraydı bu. Bir an adamın avucuma biraz para sıkıştırıp uzaklaşmamı teklif ettiğini hayal ederken yakaladım kendimi.
Önce beni baştan aşağı süzdü sonra da başını kaldırıp oturduğumuzu söylediğim apartmana baktı. “Öncelikle...” dedi. “bu pahalı apartmanda oturamayacak kadar ucuz giyinmişsiniz. Kapıcı tipiniz de yok! Ayrıca bu kolye de bu apartmanda oturan bir kadının takamayacağı kadar ucuz bir şey.”
Bu söylediklerinin desteği yoktu, günümüzde en zenginler bile ucuz ve markasız ürünler kullanabildiği gibi, en ucuz ürünler bile en pahalılarına, aynısıymış gibi benzetilebiliyordu. Yine de etkileyiciydi söyledikleri ve benim ilk kez kolyeye ve apartmana başka bir gözle bakmama neden oldular. Kolyeye de apartmana da sadece orada durdukları için bakmıştım, yalanlarıma alet olsunlar diye; onlara adamın söylediği türden değerler yüklemem için adamın söylediklerini beklemem gerekmişti.
“Peki” dedim “ya siz?.. Takım elbisenizden anladığım kadarıyla bu ucuz kolyeyi alacak birine benzemiyorsunuz ya da karısına hediye edecek birine...” Parmağındaki yüzüğü gördükten sonra aklıma gelmişti bu ya da bunları söylemek için parmağında bir yüzük aramıştım.
Adam ilk defa güvensiz gözüktü gözüme, bu güvenimi artırdı, sağ eliyle arkasında sakladığı kolyeyi ilk defa ortaya çıkardı, sol eline alıp tespih gibi tuttu; yüzüğüyle uyumuna baktığını düşündüm. Sonra başını karşı kıyıya çevirdi. “Bakın, palavra attığınızı biliyorum. Ama sizi sevdim. Dürüst birine benziyorsunuz. Eğer neden palavra attığınızı söylerseniz ben de gerçeği söylerim.”
Caddenin kıyı tarafına geçtik. Biraları o ayarladı, bankı ben. Ben başladım, öyle anlaşmıştık. Açıkçası anlatacak pek bir şeyim yoktu.
“Açıkçası” dedim “anlatacak pek bir şeyim yok. O kolyeyi orada gördüm ve kafamda senaryolar oluşmaya başladı. Ben yazarım ve böyle konu peşinde gezerim, olmadık şeylerden olmadık şeyler çıkarmaya çalışırım. Bu kez farklı bir şey yapmak geldi içimden. Kolyenin gerçek hikayesini bulmak istedim. Oraya atılmadan önceki hikayesini bulmam mümkün değildi. Ama onu alacak insanı görürsem belki o kişiye göre bir şey çıkarabilirdim.” Anlatacak ne çok şeyim vardı. Ama her zamanki gibi doğru dürüst anlatamıyordum. Belki de bu yüzden sözümü kesti.
“Almaya gelen olmadı mı peki hiç?”
“Bir-iki afacan, bir de hep buralarda gezen pasaklı bir kadın var ya...”
“...Ben daha çok İskele Restoran’a gelirim. Neden almadılar peki?”
“Aldılar. Ben de geri aldım. Onlarla kuracak bir öyküm yoktu.”
“Kimi bekliyordunuz ki...”
“Bilmiyorum...”
“Peki hiç gerçek öyküsünü merak etmediniz mi?”
“Sizin anlatacağınızı mı? Onu alacak kişiyi, kahramanımı beklerken bir şey kurdum kafamda sadece.”
“Nasıl bir şey?
“Kısaca şöyle: Evli bir adam. Metresiyle buluşuyor ve ona ayrılmak istediğini çünkü artık riske girmek istemediğini söylüyor belki de karısının şüphelenmeye başladığını falan. Metresi adamı gerçekten sevdiğinden onu ikna etmeye çalışıyor, hayatına karışmayacağını, daha seyrek görüşseler de olabileceğini, onu hiç bırakmak istemediğini... Ama ikna edemeyeceğini anlayınca, en azından, diyor, kolyemi al, onu her zaman sakla. Bunun için söz ver bana. Adam söz veriyor, hatta bunu yapmaya istekli de. Ama karısının bu kolyeyi önünde sonunda bulacağı aklına geldiğinden, onu fırlatıp atıyor. Denize atmıyor çünkü belki de birisinin bulmasını istiyor, birisinin işine yaramasını. Hatta bir hayal bile kuruyor. Metresi bulacaktır kolyeyi diye; kendi kolyesini böyle atılmış bulacaktır ve kalbi kırılacaktır. Buna üzülüyor. Yoksa...”
“Yoksa ne?”
“Bunun için mi geldiniz?”
“Metresim bulmasın diye mi... Komiksiniz... Ama senaryonuzu sevdim...”
“Gerçeğinden daha mı çok?”
“Ne çok, ne az... Çünkü senaryonuz gerçek...
“Nasıl olur?”
“Ama öyle.”
“Beni kandırıyorsunuz, söyleyeceğinize söz vermiştiniz.”
“Ama söylenecek bir şey yok. Hep sizin anlattığınız gibi anımsayacağım kolyenin hikayesini. Bir süre sonra gerçekmiş gibi anımsayacağıma eminim. Çünkü ben de onu yerde buldum.”
“Neden durağın üstüne attınız?”
“Ne yapacağımı bilemedim. Onu bulacak birisinin ona gerçek değerini vermesini istedim. Ayağına takıldığı için olmamalıydı bu. Ya da bir çocuğun misketleri olmamalıydı parçaları. Belki olabilirdi ama çocuk onu kazanmalıydı, hak etmeliydi. Durağın tepesine çıkıp almalıydı. Herkes bulmamalıydı. Böylece bir anlam yüklemeye çalıştım işte. Bir hikayesi olsun istedim. Sizin yapmaya çalıştığınız gibi.”
“Benim yazarak yapmaya çalıştığım gibi... Peki nerede buldunuz onu?”
“Durağın arkasında, yerde. Ne önemi var ki...”
“Belki apartmandan düşmüş olabilir diye düşündüm de.”
“Ama... biliyorsunuz... Apartmana bir baksanıza, bir de kolyeye.”
“Ama bakın şöyle olmuş olabilir... Apartmanın sahipleri bir zamanlar fakirdirler ve...
“Bir dakika...” dedim öykümü yarıda keserek, “açıklanmayan bir şey var. Neden onu almaya geri geldiniz?
“Sizin öykülerinizde doğru düzgün kurgulayamadığınız bölümler olmaz mı hiç?” diye yanıtladı beni...
“’Doğru düzgün’ değil ‘doğru dürüst’ olacak!” dedim ben de...
GÖRÜNEN KÖY
-Neden kesiyorlar ağaçları?
-Arabaların üzerini kirletiyorlardı.
-O yüzden mi kesiyor akılsızlar! Kimin işi bu ya?..
-Ben şikayet ettim amca, kötü mü ettim.
-Ağacı mı şikayet ettin?
-..! Senin araban yok, bilmezsin.
-Araba dediğin başa bela bu şehirde. Bir de ağaç kesmeniz çıktı şimdi başımıza. Egzozunuz yetmezmiş gibi...
-Amca! Ayıp oluyor ama!
-Evladım, on metre ileriye park etsen...
-Müşteriler de şikayet ediyorlar... Hem dükkanımın önü, neden park edemeyecekmişim!?
-Sen de altında oturmuyor muydun bu ağaçların yazın serin serin?
-Canım, iş mi, güneşlik yaptırırız.
-Oksijen tüpü de taktırırsın! Yahu, temiz hava demek bu ağaçlar...
-N’olacak amca onun havasından...
-Sen böyle deme bari. Köyde de keser miydiniz böyle ağaç?
-Valla, keserdik köyde de.
-Ne biçim köyünüz varmış sizin de!..
-Köy möy yok artık amca! Sular altında kaldı...
-Allahın işi!.. Neden?
-Baraj yüzünden! Sular gelecek, demişler, toparlanmışız. Üç-beş de değil, koca ormanmış. Fıstık mıydı, ceviz miydi? Kuruyemiş işte! Devirebildiği kadarını devirmişti abimler. Böyle, elektrikli testereyle. Bana izin vermemişlerdi!.. Motosiklet sesine benziyor değil mi?
-Pancar motorunu severim tek! Sahil kasabalarını hatırlatır... Şehre mi göçtünüz sonra?
-Önce devletin yaptırdığı yerlere yukarıda. Ben daha çok orayı hatırlıyorum. Sonra tabii şehre kapağı attık abimle. Babamlar kaldılar ama.
-Isınabildiler mı yeni yerlerine?
-Hiç! Hele babam... Hâlâ iner tekneyle dolaşır nehirde. Korkardı bazen anam!
-Neden korkardı?
-Aklını kaçıracak diye. Suda şey görürmüş çünkü.
-Ney görürmüş?
-Köyün hayalini!
-Vah zavallı...
-Yansıması suda kalmış güya. Gerçek gibi anlatırdı.
-Görünüyor mu gerçekten?
-Yapma amca, sen okumuş adamsın! Yaşlılık işte. Bunadı artık.
-Senin çok mu aklın başında... Keşke sen de görseydin!
-Neyse amca hoşçakal! Sıcak oldu burası. Ben içeri sedire...
Dalmışım... Öyle suya bakıyorum... Anlamsız anlamsız... Tutturdu babam... Eski köyün üzerinden geçelim diye tekneyle... Motoru susturdu... Sessizlik... Sudaki kıpırtı yatıştı... Cam gibi dümdüz oldu yüzeyi... Akıyoruz öyle... Dalmışım... Bakışlarını hissettim bir an...
-Ne var baba?
-Hiiç... Ne gördün oğul?
-Hiiç... Ne göreceğim...
Niye göremiyorum? O nasıl görüyor?
-Şimdi de görüyor musun baba?
-Görüyorum tabii.
-Ne görüyorsun?
-En çok fıstıkları... Çepeçevre... Taş evleri, dizi dizi, bahçeleri... Tahtları, yıldızların altında uyurduk, bilir misin...
-Suda mı?!
-Hey gidi koca hamam... Bilirim, hâlâ sıcacıktır kalbin! Uzakta mağara... Gözükmüyor buradan ama... Şurada cami... Öyle başka camilere benzemez!
-Ne farkı var!
-Bak bizim konak! Manzarası en güzel. İyi ki onarmışız sular gelmeden... Ağaçları tek, kestirmeseydim keşke!
-Şu çorak dağın yansıması baba!
-Köyümüz o oğul.
-Köyü sular yuttu baba.
-İşte oğul, orada duruyor.
-Yıkılmıştır şimdiye.
-Yok! Sapasağlam. Tek, ağaçlar...
-Hayal görüyorsun baba!
-Görüyorum oğul.
-Peki... ben niye göremiyorum!?
-Göremiyorsan göremiyorsundur oğul.
-Çok küçüktüm ama baba. Köyün eski halini de hatırlamıyorum ki...
-İnanırsan görürsün oğul.
-Görsem inanırdım!
-.....
-......
-Ağaçlar ne oldu oğul?
-Hangi ağaçlar?
-Hani arabalara pisleyen.
-Kestirttim!.. Sen nereden biliyorsun ağaçları baba!?..
-İyi etmişsin oğul.
-İyi mi etmişim!.. Kızmayacak mıydın?
-Niye kızayım. Bildiğin gibi yapmışsın. Madem pisliyorlarmış...
-Yalnız... Yukarı katta oturan o yaşlı amca!..
-...
-Ağaçları şikayet mi ettin? dedi...
-Pişman mısın oğul?
-Temiz hava falan veriyorlar, dedi.
-Hava da, işte oğul... Görünmezdir o da...
-Baba!.. Baba...
-Nen var oğul?
-Şuraya baksana... Şunu görüyor musun!?
-Nedir oğul?.. Minareyi mi söylüyorsun...
OKUL KIRMAK
-Ayşe kızıım...
- Ihmmmm...
-Ayşe...
-Ihmmmm...
-Ayşe hadi kızım, kalkma vakti...
-Hımm.. Yaaa...
-Hadi kızım kalk...
-Saat kaç?
-Altıyı geçiyor, hadi bak geç kalacaksın.
-Tamaaam...
Kız kalktı. Sersem sersem baktı annesine.
-Hadi çabuk yüzünü yıka açılırsın.
Döndüğünde biraz açılmıştı uykusu. Pufa oturdu. Giydirmeye başladı annesi. Kadının güleç yüzü uykulu kızının fark edemediği bir an, düşünceli bir ifade aldı.
Teneffüste arkadaşlarıyla oynadıkları oyundan ayrılarak oynadıkları oyuna devam ediyorlarmış da birbirlerini ebelemeye çalışıyorlarmış gibi görünmeye özen göstererek sonunda duvarı aşıp görünmez olan iki çocuk var güçleriyle yokuştan aşağı doğru koşmaya başladı işte güzel güneşli bir günde yine özgürdüler.
- Ne oldu anne?
- Ha! Hiiç... Uyandın bakıyorum sen...
Ayşe’nin giydirilmesi bitmiş şimdi yemek yedirilmesine geçilmişti. Ayşe kahvaltı sofrasının özenle hazırlanmış olmasına pek ilgi göstermedi. Annesinin sevgi dolu bakışları üzerinde, yemeğe koyuldu.
İki çocuk, biri kız biri erkekti, önce deniz kenarındaki parka gidip uzunca bir süre oynayıp eğlendiler, yorulunca el ele tutuşup karşı kıyıyı seyrederek yürüdüler, harçlıklarıyla kağıt helva alıp bir banka oturdular, güneşin tadını çıkarırken o an derste uyuklamaya başlamış arkadaşlarını düşündüler. Güldüler.
Ayşe üzerine yağ sürülmüş, ince kesilmiş peynir dilimleri konulmuş ve bir kat reçel sürülmüş kocaman bir dilim ekmeği ağzına götürüp kocaman bir ısırık aldı. Annesi ikinciyi hazırlamaya koyuldu.
Yine güzel bir gün, başı çok ağrıdığı için okula gidemediğinde penceresinin altına geldi çocuk. Tek başına okulu kırmıştı. Ah ne olurdu terli terli soğuk suları içmeseydi de şimdi aşağıda onun yanında olabilseydi. Kendisi olmadan okulu kırdığı için biraz sitem etti. Kıskandı. Çocuk onu merak ettiğini söyleyince yumuşadı. Benim için de eğlen, dedi arkasından.
Çantasını sırtına geçirdi ve annesine bir öpücük verdi. “İyi dersler” dedi annesi. Adımları üzerinde zıplayarak bahçeye çıktı. Kadın seslendi. Kız döndü. “Servis bekliyor anne” dedi, sonra şaşkın şaşkın baktı. Kadın yüzünü asmıştı.
Kararını bir anda verdi ve bahçe kapısından çıktı. Görülmeyi umursamadı. Her zaman oynadıkları parka geldi koşarak. Her zaman sallandıkları salıncaklara yaklaştı. Gizlenmesi gerektiğini hissetti. İki çocuk sallanıyordu. Diğeri farklı önlüklü bir kızdı. Sallanırken gülüşerek konuşuyorlardı. Hissettiği neyse, kötüydü. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Annesinin yanına geldi. Dizleri üzerine eğilmişti kadın. Küçük kızını kollarına aldı. Bir öpücük kondurdu yanağına. Gülümsemedi. Ama ağlamadı da.
"Uslu çocuk ol emi... Sakın okul kırayım falan deme..."
CADDEBOSTAN
Uzun boylu kız, ağabeyinin gölgesinden arasıra başını uzatarak bize kaçamak bakışlar atıp kaçıyor. O bu hareketi çocuksu bir doğallık ve kadınsı bir incelik ve işveyle tekrarladıkça ağabeyinin çatık kaşlı uzak bakışlı suratı, sert hatlı sütun göğüslü vücudu daha bir azametle bir maçoluk simgesi gibi yükseliyor, boyu giderek uzuyor... Diğer tarafta anneleri artık kısalmış boyu, kırışık yüzü ve neredeyse çökmek üzere olan bakımsız kambur bedeniyle eskitilmiş hayatları anlatıyor. Başını upuzun kaldırmasa ya da ondan eğilmesini rica etmese suratını göremeyeceği oğlunun, yanında bir koruyucu, refakatçi olarak durduğu düşüncesi, oğlunun bir zamanlar kocasının durduğu yere dikildiğini hatırladığında, bu dünyadan göçüp gitme zamanını çok geciktirirse saygının belirgin bir saygısızlığa, ihmalin yaşama hakkını ihlale dönüşeceği düşüncesine bırakıyor yerini. Yerine kurulacak yeni yaşamın, köklerini daha derine bırakıp kendini daha yükseklere salacak yeni neslin, oğlunun yanına kendinden daha uygun düşeceği düşüncesinin hüsranını ve hüznünü, öte yandan göreceli doğruluğunun farkında oluşunu başka bir düşünceyle geçiştirmeye çalışıyor; en enteresanından en vasatına, en asilinden en basitine çok çeşitli yaşantılarda sayısız ve benzersiz şekillerde sergilediğinden kendini tekrar ettiği çoğu zaman gözden kaçan ya da görmezden gelinen yaşamın bu değişmez gerçekliğine onu ulaştıran zorunlu deneyim zenginliğiyle ister istemez vardığı bir düşünce bu: Oğlunun da kendisinden sonra gelecek başka bir neslin başka bir üyesinin yanında bir gün uygunsuz düşeceği -kendi şu anki durumuna düşeceği düşüncesi... Haksız da değil. Oğlu uzun zamandır kentin iş merkezlerinde mantar gibi yerden biten, göğü delercesine yükselen, kimin tarafından peydahlandığı bilinmese de daha bakımlı ve aydınlık çehreli yeni bir nesli giderek artan bir sıklıkla ve gıpta tonuyla anlatıyor. Bir şeylere yetişememiş, geç ya da geride kalmış olmak kendisi için artık acısı süzülmüş duygular olsa da, orta yaşa dayadığı merdivenden ne olup bittiğini bile anlamadan çıkıverdiğini her defasında yakınarak söylemesine bakılırsa, oğlu için öyle değil. Eskime duygusuyla henüz barışamayan oğlunun doğup büyüdüğü bu topraklardan sıkıldığını hissediyor. Onun giderek daha fazla kendisininkine benzeyen çaresizliğini anlıyor. Anladığını anlatamıyor ama. Oğluna laf anlatmak onun harcı değil. Kızından daha umutlu. O, toprağına ağabeyinden daha bağlı. Genç olmasından da değil sadece. Küskünlük, kırgınlık gibi özellikleri taşımadığından, asla yakınmadığından. Ekmek elden, su gölden, kendi kendine yetebildiğinden. Doğuştan gelme o her yerde kök salabilme yeteneğinden, budandığı yerden yeniden filiz verebileceğinden. Ağabeyinin gölgesinde kalmayı önemsemezsek, kızı buralarda mutlu geçirecektir hayatını. Hain ellerce tümden kesintiye uğramadıkça uzun yaşayacaktır. Her bahar yeşil elbisesini hışırdatarak dans edecektir rüzgarla böyle. Kentin merkezindeki o eskiye düşman büyüme, hayal bile edemediği o kalabalık buralara ulaşmazsa tabii... Düşünmemeye çalışıyor ama. Yaşlı bedeni en fazla kendi yıkımını kaldırabilir artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder